Blind Dead serisi
kuşkusuz seri korku filmleri arasında bütünlük açısından en etkili yapımların
başında gelmektedir. Orta çağın göreceli karanlığını, modernitenin yozlaşmış
aydınlığı önünde gözler önüne seren kör ölüler, Amando de Ossorio imzasıyla
1972-1975 yılları arasında Night of the Living Dead‘ın ardından patlayan
İspanyol zombi filmlerinin dünya çapında dikkat çekmesine neden olmuştur.
Franco Dönemi ve Kör Ölüler
İkinci dünya muharebesine dâhil olmamasına rağmen İspanya iç savaşının
bitiminden bir kaç ay sonra başlayan büyük savaş dönemi İspanyol hükümet
planlarını derinden sarsmıştır. Bu süreçte Nazi Almanya’sının yanında yer alan
ve benzer politikaları izleyen Franco hükümetini dönem koşullarında ülke içi
entelektüel yapısını köktenci bir yaklaşımla çürütmeye mahkûm bırakmış ve
birçok İspanyol sanatçı dünyanın farklı yerlerinde sanatlarını icra etmek
zorunda kalmışlardır. Hükümete yakınlığıyla tanınan Ernesto Giménez Caballero
gibi isimlerse hükümet politikalarının öngördüğü şekilde İspanyol Faşist Sanat
teorimi üzerinde çalışmalar gerçekleştirmiştir. 1950’li yıllar da ise faşist
Franco politikaları liberalleşmeye başlamıştır. Öncelikli hamleler ekonomide
gerçekleştirilmiştir. Sinemada gerçekleşecek olan hamlelerin ise daha zamanı
vardır. Diktatör Franco’nun ölümüne kadar olan süreçte her sinema seansı öncesi
10 dakikalık belgesel-haber olarak adlandırılan hükümet propagandaları
gösterilmiştir. Aslına bakılırsa günümüzde sinema salonlarında maruz kaldığımız
seans öncesi reklamlardan pek te farkı bulunmamaktadır. 1975 yılında Franco’nun
ölümüyle bu uygulama kalkmıştır. Blind Dead serisini ise zombilere farklı
yaklaşımını bir yana koyarak ele aldığımızda 1972-1975 arasında çekilmiş olan
bu dörtleme sıra dışı bakış açısıyla Franco döneminin İspanya üzerinde
yarattığı tahribatın anlatısı olarak da yorumlanabilir.
Cathall Tohill ve Pete Tombs ‘‘ Avrupa Seks ve Korku Sineması ‘‘ adlı
eserinde İspanyol korku sineması öncesi dönemi şu şekilde tasvir etmektedir:
‘‘ 1950’lerin başında İspanya politik ve kültürel anlamda kendini Avrupa’dan soyutlamış bir ülkeydi. Filmlerin sansürlemesi çok sertti. Politika ve dinle ters düşecek bir şekilde gösterilecek her şeyin yanı sıra seks de tamamen yasaklanmış durumdaydı. İspanya’nın ‘‘ Altın Çağ’’ ı hakkındaki tarihi dramalar veya Rafeal Gil’ın Fatimalı Azize’si gibi dini filmler sürekli kullanılan konulardı. Genç sinemacılar ve ateşli sinema hayranları gazetelerde okudukları çığır açıcı yabancı filmlerin herhangi birini görmeyi ummuyorlardı bile. Bu durum büyük kentlerin çoğunda, altyazılı ithal filmlerin özel bir seyirci kitlesine gösterildiği film kulüplerinin kurulmasına yol açtı. Bu kulüplerin ve bastırdıkları film değerlendirme dergilerinin çevresinde gelişen yeni bir hareket oluştu. Bu İspanyol yeni dalgasının en önemli iki ismi Juan Antonio Bardem ve Luis Garcia Berlanga’ydı.’’Tohill ve Tombs’un bahsettiği üzere Amando de Ossorio’nun bu dörtlemesi Juan Antonio Bardem’in şu sözleriyle örtüşmektedir:
‘‘ İspanyol sineması bir soyutlama içindedir. Yalnızca dünyadan değil kendi gerçeklerimizden bile soyutlanmış durumdadır.’’
Gerçeküstücü Atlılar ve Çürümeye Terkedilmiş Toplum
Franco diktasının
İspanyol toplumu üzerinde yarattığı yozlaşmayı serideki birebir ikili insan
ilişkilerinde görebilmekteyiz. Serinin başlangıç filmi olan Tombs of the Blind
Dead’te (1972) bu durum göz önüne sunulmuştur. Hikayenin üç baş karakteri olan
Virginia, Roger ve Betty arasındaki çarpık kadın-erkek ilişki üçgeni, dönemin
Avrupa koşullarında dahi uygunsuz olarak nitelendirilebilir. Serinin
başlangıcındaki bu durum sadece kadın-erkek ilişkileriyle de sınırlı
kalmamaktadır; daha dikkat çekici olan ise Profesör Candal ve oğlu Pedro arasındaki
dönemin hükümet politikalarına aykırı aile ilişkisidir. Pedro, entelektüel
seviyesi yüksek ve hükümet politikasına boyun eğmiş bir akademisyenin oğlu
olarak yaptığı kaçakçılık mesleğiyle, dönem içi İspanya’sındaki sosyal statü zincirinin
bozukluğunun göstergesidir. Bu anlatıların karşısında ise kör ölüler yer
almaktadır. İlk film özelinde cezalandırıcı konumunda gördüğümüz kör ölüler;
Film boyunca toplum etiğine aykırı davranan bireyleri kendi etik kurallarına
göre cezalandıran gerçeküstücü atlılar, özellikle finaldeki kör ölülerin yolcuları
katlederek, treni işgal etmesi sahnesiyle akıllara iç savaş döneminde Franco
karşıtı anarşist-komünist toplulukları getirmektedir.
Serinin ikinci filmi olan Return of the Evil Dead ya da İspanya’da
gösterime giren ismiyle Return of the Blind Dead (1973), başlangıç filmindeki
hükümet politikası ve halk çatışmasını 500 yıl önceki bir mit üzerinden
aktarmaya devam etmektedir. Yirminci Yüzyılda ikinci karanlık çağını yaşayan
İspanya, bu sefer bir aydınlanma dönemi yaşayacak kadar şanslı
olmayacaktır. Kör ölülerin tapınağının
bulunduğu bir köyde geçen film, tamamıyla iktidar çatışması üzerine
kurgulanmıştır. Belediye başkanı Duncan, nişanlısı Vivian ve onun eski aşkı
Jack Marlowe arasındaki ilişki bir önceki filmdeki ikili ilişki anlatısını
destekler niteliktedir. Fakat burada gücü elinde tutan başkan Duncan ile dönem
toplumuna uygun bir yaşantı sürmeyen Jack Marlowe’un erk çatışması
görülmektedir. Aynı ilk filmdeki gibi kör ölüler, yozlaşmış olan toplum
bireyleri ve ileri gelenlerini cezalandırdıktan sonra geriye sadece idealize
edilmiş en küçük toplum birimi olan aileyi bırakarak, dönem İspanya’sında
olması gerekeni sunmuştur.
Üçüncü film olan Ghost Ship of the Blind Dead ya da Horror of the Evil
Dead ise modernitenin temeli olarak nitelendirilen burjuva tabakasını
eleştirmektedir. Bu filmde, halk tabakasını eleştirmeyi bir kenara koyan Amando
Ossario, günümüz Avrupa’sının Fransız devrimiyle temellerini atan burjuva
tabakasını; açgözlülük, tatminkarsızlık, korkaklık ve çarpık ilişkiler zinciri
olarak karşımıza sunmaktadır. İlk iki filme tezat olarak kör ölüler, Buñuelvari
at sürüşlerini bir kenara bırakarak Uçan Hollandalı mitiyle bütünleşmişlerdir.
Eski kıta havzasında Asya kıtası ayrı tutularak ele alındığında, Avrupa’da at
sürmek, soyluluğa özgü bir statüdür. Yeni kıta keşifleri döneminde karada işe
yaramaz ya da toplum tarafından kabul edilmemiş bireyler, karada kuramadıkları
hayatlarını denizlerde kuralsızca, bütün sapkınlığıyla yaşamışlardır. Buradaki
burjuvazi eleştirisiyle kör ölülerin konumu denk düşmektedir.
Night of the Seagulls ismiyle 1975 yılında gösterime giren serinin son
filmi, tesadüf odur ki Franco’nun ölümüyle aynı yıla tekabül etmektedir. Serinin
bitimi aynı zamanda İspanya için dikta rejiminin düşüşüdür. Diğer üç filme göre
Night of the Seagulls’da kör ölülerin hikâyesi ön plandadır. Ossorio bu filmde
kör ölülerin tüm geçmişini şiirsel bir dilde gözler önüne sermektedir. Önceki
filmlerde karşımıza çıkan toplumsal ve politik eleştiriler dışında bu filmde
farklı bir sorunsal sunulmaktadır; hikayenin geçtiği taşralardan birine atanan
genç doktor Henry Stein ve eşi Joan Stein ile yerel halk arasındaki iletişimsizlik
tasviri, dönem İspanya’sındaki devlet ve halk arasındaki ilişkiyi
betimlemektedir. İdealist Doktor Stein, bölge halkını içinde bulunduğu durumdan
kurtarmak istese de, halk çoktan kaderine razı olmuştur. İç Savaş döneminde halkın
kendi konformist lükslerini bozmamak adına devletin çemberine attıkları
sanatçıları, filmdeki kasaba eşrafının kör ölülere sundukları kurbanlar
formunda görmekteyiz. Bu durum serinin anlam ve anlatım bütünlüğünü
kusursuzlaştırmakla beraber görkemli final sekansına zemin hazırlamıştır.
Tüm film boyunca,
izleyiciye sunulan kör ölüler olarak adlandırılan Tapınak şövalyeleri,
yaşadıkları dönemde papalığa ve kraliyete sadakatsizlik göstererek,
Hristiyanlık dışı davranışlarıyla yaşadıkları dönemki toplum algısı tarafından
reddedilmişlerdir, tıpkı Franco hegemonyasında kabul görülmeyen din ve devlet
itaatsizliği gibi. Filmin tarihi göz önüne alındığında, Franco’nun düşüşüyle
birlikte artık kör ölülere ihtiyaç kalmamıştır. Ossorio da kullandığı anlatımla
üç film boyunca izleyiciyi özdeşleştirdiği kör ölülerle olan bağlarını son
filmde silahlara veda edercesine koparmıştır.
Son: Putlaşan İktidarın Düşüşü
İspanyol sinemasında Juan Antonio Bardem ve
Luis Garcia Berlanga gibi iki isim her ne kadar önemli yer tutsa da, yenilikçi
bir cesaretle korku türünü İspanya’da icra etmeye başlayan ilk isimler: Paul
Naschy ve Jesus Franco’nun çığır açan yaklaşımlarına nazaran kısa kariyerinde Amando
de Ossorio çektiği Blind Dead serisiyle günümüzde dahi izlendiğinde dönem
İspanya’sına ayna olmuştur.
32 ve Lord magius/ Haribo extreme culture aittir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder