5 Şubat 2016 Cuma

DAS CABINET DES DR. CALIGARI (1920) - SAVAŞTAN GERİYE KALANLAR



  ‘Büyük savaş’tan sonraki fiziksel ve psikolojik zedelenmeler, ekonominin çöküşü, manevi değerlerin altüst oluşu ve tutkuların bilenmesi hem güçlü hem de umutsuzluk taşan eserlerle dışa vurulmuştu. Bu dönem Alman sessiz sinemasının bütün gücünü büyüleyici bir şiirselliğe verdiği en parlak dönemiydi. Alman dışavurumcu sineması için bir manifesto anlamına gelen bu film hem tasarımı hem de mesajlarıyla dönemine damgasını vurmuştur.


  Filmin senaryosu pasifist (barış yanlısı) olan Hans Janowitz ve Carl Mayer tarafından yazılmıştır. Tüm Avrupa’da ekonomik çıkar anlaşmazlıklarının vatanseverlik olarak yutturulduğu bu korkunç dönem insanların kitleler halinde birbirini boğazlamaya gittiği yeni bir çağın başlangıcıydı. Aslında yeni olan savaş değildi, ilk defa ‘savaş’ makineleşmiş şekilde kitle imhasına dönüşmekte ve kayıplar korkunç boyutlara ulaşmaktaydı. Savaş sanayisinin elinde oyuncak olan bilim sayesinde insanlar bambaşka yollarla birbirini öldürmeye başladı: Zehirli kimyasal gazların kullanılması, tank, uçak, makineli tüfek gibi ‘hızlandırılmış ölüm araçlarının kitlesel kullanımı… vs. Böyle bir ortamda savaştan yana olmamak vatan hainliğiyle eşdeğerdi.

  Senaryo bu ikilinin hayatlarındaki gerçekleri fazlasıyla barındırmaktadır. 1. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda subay olarak görev yapan Janowitz gün geçtikçe askerliğe ve militarizme daha çok nefret beslemeye başlar. Mayer de askerlikten kaçmak için deli numarası yapar ve kendini kontrol eden psikoloğu, otoritenin sert yüzü olan Dr. Caligari için rol model olarak alır.

  Yönetmenlik için önce hem Alman dışavurumculuğunun en önemli temsilcilerinden hem de daha sonra ‘film-noir’ akımında da etkileyici bir yer kaplayacak olan Fritz LANG ile anlaşmaya varılır ancak devam eden filmi nedeniyle yerini Robert WIENE alır. Robert WIENE de Alman dışavurumculuğunun güçlü bir temsilcisidir. İlk filmini 1912’de çeken yönetmen aynı zamanda senaryo yazarıdır. 1934’te ünlü Fransız edebiyatçı ve film yapımcısı olan Jean Cocteau’yu Caligari’yi sesli olarak tekrar çekilmesine ikna etmeye çalışır ama başaramaz. 1938’de Paris’te sürgünde ölene kadar kariyerine aktif olarak devam eder.



Otorite ve militarizm

  20. yüzyılın ünlü Alman sosyologlarından Siegfried Kracauer’e göre filmde Dr. Caligari, halkını gözünü kırpmadan savaşa gönderen Alman savaş hükumetini temsil eder. Savaş makinasının öğüttüğü ve sesini çıkarmaktan aciz halk, Dr. Caligari’nin uyurgezer hastası Cesare’de gösterilir. Caligari ve Cesare arasındaki ilişki efendi ve köle arasındaki ilişki gibidir. ‘Ölüm uykusundan’ sadece efendisinin talimatlarıyla kalkan Cesare yaşayan bir ölü gibidir, temel yaşamsal faaliyetlerini sürdürecek besinden fazlasını arayacak ( veya buna cesaret edecek ) niyeti ve gücü yoktur. Cesare otoriteye sorgusuz sualsiz itaat eden Alman halkının vücut bulmuş halidir. Barlow’a göre Cesare temel ihtiyaçlarını sağlayan Caligari’ye o kadar bağımlıdır ki ondan çok uzaklaştığı zaman benzini bitmiş bir araba gibi yığılıp kalır. Burada da aslında herhangi bir kurtuluş umudunun olmadığı görülmektedir. Ekim Devrimi’nin ardından savaşın sonunda mağlup devletlerin bir kısmında dünya devrimi hayalleriyle yükselen devrimci hareketler ( Almanya için 1919’daki başarısız Spartakusbund ayaklanması ve süren hareketler ) bastırılacak ve mevcut durum sonraki yıllarda  güçlenip iktidara yerleşecek olan Naziler için gerekli ortamı hazırlayacaktır.

  Kracauer’e göre Caligari gücü kutsallaştırarak tüm insani değerleri ve hakları saygısızca gaspeden ve hakimiyet kurma arzusunu şehvetli bir şekilde tatmin etmeye çalışan sınırsız bir ‘otorite’nin yansımasıdır. Hatta Cesare-Caligari ilişkisi, ilerleyen yıllarda Nazilerin iktidarı ele geçirmesinin kehanetini vermektedir. Kuklalaştırılmış insanlar adeta uyurgezer gibidir, böyle bir ortamda Nazilerin güçlenerek iktidara yerleşmesi kaçınılmazdır. Hitler, bu durumdaki halkın bilinçaltındaki ‘tiran’ arzusunu fazlasıyla karşılamakta ve kolektif bir aklı temsil etmektedir.

‘Otorite’ çeşitli sınıflara mensup karakterlerde anlatılmaya devam edilir. Kasaba memuru, polisler davranışlarıyla bunu yansıtırlar. Caligari ve Cesare sıra dışı rollerdedir. Barlow’a göre burjuva sınıfının korkularının yansıması olarak şeytani güçler canlanmakta ve karabasan gibi bir dünya yaratmaktadır. Burjuva sınıfı yüzleşmekten korktuğu gerçekleri, ‘öteki’nin üzerinde kurulan hakimiyetle yani mevcut otoriteyle bastırır. Kracauer’e göre Caligari, kasaba yöneticisi ve diğer devlet memurları sıkı kontrolün ( otorite ), karnaval yerindeki bitmek bilmeyen kalabalık da kaosu ( deliliği ) simgeler. Bireyin özgürlüğü için neredeyse hiçbir alan kalmamıştır. Tiranlıktan kaçmaya çalışan insanlar ya delirmekte ya da öldürülmektedir.

 Arkadaşı öldürülen Francis’i mantıklı kararlarıyla otoritenin absürdlüğünü gözler önüne seren biri olarak görebiliriz. Ancak bu dünyadan kurtuluş umudu yoktur. Otorite tekrar galip gelir, deli olduğu iddiasıyla akıl hastanesine kapatılır. Otoritenin dünyası gerçek deliliğin dünyasıdır, akıllıların hapsedildiği, delilerin başa geçtiği!



Görme biçimleri ve gerçeklik algısı

 Film delilik ve akıl sağlığının birbirine karıştığı kasaba özelinde savaştan yeni çıkmış, çalkantılarla boğuşan ve geleceğin herhangi bir umut kırıntısı bile barındırmadığı dönem Almanya’sını anlatır. Filmin sonunda ‘deli’ birinin anlatışına geri döndüğümüz için anlatılan hiçbir şey güvenilir değildir. Dahası sıradışı tasarım da bir ‘delinin’ dünyayı algılayışı için mantıksız değildir. Bu adeta yaşanan herşeyin bir kabus gibi görünmesine yol açar. Barlow’a göre böyle bir ortamda gerçekliğin en üst düzeyde algılanışı sağlıklı ve sıradan ruh halinin bozulmasına ve delirmeye yol açmaktadır. Genel yapı itibariyle bu doğal bir sonuçtur. Herman Warm’ın imzasını taşıyan sıradışı ve etkili tasarımları da bu algıyı mükemmel bir şekilde vurgulamaktadır. Gölgelerin, perspektiflerin sadece göründüğü kadar gerçek olduğu bu dünyada sürrealizm baskındır. Ayrıca gene bu kökten hareketle yapay gerçeklik algısını güçlendiren detaylar göze çarpmaktadır. ‘Yapıların ruhu’ veya ‘insanların yapılara kattığı ruh halleri resimlerle’ anlatılmıştır. Işığın kullanımı ve gölgeler, genel olarak sert anlatım kaotik bir dilin ürünüdür. Dönemin Almanya’sı bu şekilde olağanüstü tasvir edilmiştir.



Savaştan sonra Almanya

  Anlatılan tüm bu kaotik evrende savaş sonrası Almanya’sını görürüz. Kracauer’e göre insanlar varlıklarını korumak için kendi içlerine dönmüşler ve politik arenadan özellikle kaçınmışlardır. Vincent Lobrutto’ya göre ortalığı kasıp kavuran deli Caligari, Alman toplumunun hem ahlaki hem de fiziksel olarak çöküşünü, bozulmuş imgeler ve yansımalar da kaos içindeki bir ülkeyi anlatmaktadır. Anton Kaes’e göre Francis’in arkadaşı Alan’ın geleceği gören Cesare’ye sorduğu ‘Ne kadar yaşayacağım ?’ sorusu da bundan ayrı düşünülemez. Cepheden dönecek sevdiklerini bekleyen aileler ve cephedeki askerlerin ruh hali bu soruda gizlidir. Alan’ın arkadaşı Francis’te de, hayatta kalan ama silah arkadaşlarının ölümüne şahit olan ve bunu taşımak zorunda kalanların çaresizliğini görürüz. Bu o dönemdeki insanlığın halini de gözler önüne seren can alıcı bir noktadır.


Şu an filmin çekildiği döneme göre bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Ancak anlatılan temel sorunlar hiç değişmedi. Belki de bu nedenle film özgünlüğünü ve güncelliğini korumaya devam edecektir.

Disparition/ Haribo extreme culture aittir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails