‘Büyük savaş’tan sonraki
fiziksel ve psikolojik zedelenmeler, ekonominin çöküşü, manevi değerlerin
altüst oluşu ve tutkuların bilenmesi hem güçlü hem de umutsuzluk taşan
eserlerle dışa vurulmuştu. Bu dönem Alman sessiz sinemasının bütün gücünü
büyüleyici bir şiirselliğe verdiği en parlak dönemiydi. Alman dışavurumcu
sineması için bir manifesto anlamına gelen bu film hem tasarımı hem de
mesajlarıyla dönemine damgasını vurmuştur.
Filmin senaryosu pasifist (barış yanlısı) olan Hans Janowitz ve Carl
Mayer tarafından yazılmıştır. Tüm Avrupa’da ekonomik çıkar anlaşmazlıklarının
vatanseverlik olarak yutturulduğu bu korkunç dönem insanların kitleler halinde
birbirini boğazlamaya gittiği yeni bir çağın başlangıcıydı. Aslında yeni olan
savaş değildi, ilk defa ‘savaş’ makineleşmiş şekilde kitle imhasına dönüşmekte
ve kayıplar korkunç boyutlara ulaşmaktaydı. Savaş sanayisinin elinde oyuncak
olan bilim sayesinde insanlar bambaşka yollarla birbirini öldürmeye başladı:
Zehirli kimyasal gazların kullanılması, tank, uçak, makineli tüfek gibi
‘hızlandırılmış ölüm araçlarının kitlesel kullanımı… vs. Böyle bir ortamda
savaştan yana olmamak vatan hainliğiyle eşdeğerdi.
Senaryo bu ikilinin hayatlarındaki gerçekleri fazlasıyla
barındırmaktadır. 1. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda subay olarak görev yapan
Janowitz gün geçtikçe askerliğe ve militarizme daha çok nefret beslemeye
başlar. Mayer de askerlikten kaçmak için deli numarası yapar ve kendini kontrol
eden psikoloğu, otoritenin sert yüzü olan Dr. Caligari için rol model olarak
alır.
Yönetmenlik için önce hem Alman dışavurumculuğunun en önemli
temsilcilerinden hem de daha sonra ‘film-noir’ akımında da etkileyici bir yer
kaplayacak olan Fritz LANG ile anlaşmaya varılır ancak devam eden filmi
nedeniyle yerini Robert WIENE alır. Robert WIENE de Alman dışavurumculuğunun
güçlü bir temsilcisidir. İlk filmini 1912’de çeken yönetmen aynı zamanda
senaryo yazarıdır. 1934’te ünlü Fransız edebiyatçı ve film yapımcısı olan Jean
Cocteau’yu Caligari’yi sesli olarak tekrar çekilmesine ikna etmeye çalışır ama
başaramaz. 1938’de Paris’te sürgünde ölene kadar kariyerine aktif olarak devam
eder.
Otorite ve militarizm
20. yüzyılın ünlü Alman sosyologlarından Siegfried Kracauer’e göre
filmde Dr. Caligari, halkını gözünü kırpmadan savaşa gönderen Alman savaş hükumetini temsil eder. Savaş makinasının öğüttüğü ve sesini çıkarmaktan aciz
halk, Dr. Caligari’nin uyurgezer hastası Cesare’de gösterilir. Caligari ve
Cesare arasındaki ilişki efendi ve köle arasındaki ilişki gibidir. ‘Ölüm
uykusundan’ sadece efendisinin talimatlarıyla kalkan Cesare yaşayan bir ölü
gibidir, temel yaşamsal faaliyetlerini sürdürecek besinden fazlasını arayacak (
veya buna cesaret edecek ) niyeti ve gücü yoktur. Cesare otoriteye sorgusuz
sualsiz itaat eden Alman halkının vücut bulmuş halidir. Barlow’a göre Cesare
temel ihtiyaçlarını sağlayan Caligari’ye o kadar bağımlıdır ki ondan çok
uzaklaştığı zaman benzini bitmiş bir araba gibi yığılıp kalır. Burada da aslında
herhangi bir kurtuluş umudunun olmadığı görülmektedir. Ekim Devrimi’nin
ardından savaşın sonunda mağlup devletlerin bir kısmında dünya devrimi
hayalleriyle yükselen devrimci hareketler ( Almanya için 1919’daki başarısız Spartakusbund
ayaklanması ve süren hareketler ) bastırılacak ve mevcut durum sonraki
yıllarda güçlenip iktidara yerleşecek
olan Naziler için gerekli ortamı hazırlayacaktır.
Kracauer’e göre Caligari gücü kutsallaştırarak tüm insani değerleri ve
hakları saygısızca gaspeden ve hakimiyet kurma arzusunu şehvetli bir şekilde
tatmin etmeye çalışan sınırsız bir ‘otorite’nin yansımasıdır. Hatta
Cesare-Caligari ilişkisi, ilerleyen yıllarda Nazilerin iktidarı ele
geçirmesinin kehanetini vermektedir. Kuklalaştırılmış insanlar adeta uyurgezer
gibidir, böyle bir ortamda Nazilerin güçlenerek iktidara yerleşmesi
kaçınılmazdır. Hitler, bu durumdaki halkın bilinçaltındaki ‘tiran’ arzusunu
fazlasıyla karşılamakta ve kolektif bir aklı temsil etmektedir.
‘Otorite’ çeşitli
sınıflara mensup karakterlerde anlatılmaya devam edilir. Kasaba memuru,
polisler davranışlarıyla bunu yansıtırlar. Caligari ve Cesare sıra dışı
rollerdedir. Barlow’a göre burjuva sınıfının korkularının yansıması olarak
şeytani güçler canlanmakta ve karabasan gibi bir dünya yaratmaktadır. Burjuva
sınıfı yüzleşmekten korktuğu gerçekleri, ‘öteki’nin üzerinde kurulan hakimiyetle
yani mevcut otoriteyle bastırır. Kracauer’e göre Caligari, kasaba yöneticisi ve
diğer devlet memurları sıkı kontrolün ( otorite ), karnaval yerindeki bitmek
bilmeyen kalabalık da kaosu ( deliliği ) simgeler. Bireyin özgürlüğü için neredeyse
hiçbir alan kalmamıştır. Tiranlıktan kaçmaya çalışan insanlar ya delirmekte ya
da öldürülmektedir.
Arkadaşı öldürülen Francis’i mantıklı
kararlarıyla otoritenin absürdlüğünü gözler önüne seren biri olarak
görebiliriz. Ancak bu dünyadan kurtuluş umudu yoktur. Otorite tekrar galip
gelir, deli olduğu iddiasıyla akıl hastanesine kapatılır. Otoritenin dünyası
gerçek deliliğin dünyasıdır, akıllıların hapsedildiği, delilerin başa geçtiği!
Görme
biçimleri ve gerçeklik algısı
Film delilik ve akıl
sağlığının birbirine karıştığı kasaba özelinde savaştan yeni çıkmış,
çalkantılarla boğuşan ve geleceğin herhangi bir umut kırıntısı bile
barındırmadığı dönem Almanya’sını anlatır. Filmin sonunda ‘deli’ birinin
anlatışına geri döndüğümüz için anlatılan hiçbir şey güvenilir değildir. Dahası
sıradışı tasarım da bir ‘delinin’ dünyayı algılayışı için mantıksız değildir. Bu
adeta yaşanan herşeyin bir kabus gibi görünmesine yol açar. Barlow’a göre böyle
bir ortamda gerçekliğin en üst düzeyde algılanışı sağlıklı ve sıradan ruh
halinin bozulmasına ve delirmeye yol açmaktadır. Genel yapı itibariyle bu doğal
bir sonuçtur. Herman Warm’ın imzasını taşıyan sıradışı ve etkili tasarımları da
bu algıyı mükemmel bir şekilde vurgulamaktadır. Gölgelerin, perspektiflerin sadece
göründüğü kadar gerçek olduğu bu dünyada sürrealizm baskındır. Ayrıca gene bu
kökten hareketle yapay gerçeklik algısını güçlendiren detaylar göze çarpmaktadır.
‘Yapıların ruhu’ veya ‘insanların yapılara kattığı ruh halleri resimlerle’ anlatılmıştır.
Işığın kullanımı ve gölgeler, genel olarak sert anlatım kaotik bir dilin ürünüdür.
Dönemin Almanya’sı bu şekilde olağanüstü tasvir edilmiştir.
Savaştan
sonra Almanya
Anlatılan tüm bu kaotik
evrende savaş sonrası Almanya’sını görürüz. Kracauer’e göre insanlar varlıklarını
korumak için kendi içlerine dönmüşler ve politik arenadan özellikle
kaçınmışlardır. Vincent Lobrutto’ya göre ortalığı kasıp kavuran deli Caligari,
Alman toplumunun hem ahlaki hem de fiziksel olarak çöküşünü, bozulmuş imgeler
ve yansımalar da kaos içindeki bir ülkeyi anlatmaktadır. Anton Kaes’e göre
Francis’in arkadaşı Alan’ın geleceği gören Cesare’ye sorduğu ‘Ne kadar
yaşayacağım ?’ sorusu da bundan ayrı düşünülemez. Cepheden dönecek sevdiklerini
bekleyen aileler ve cephedeki askerlerin ruh hali bu soruda gizlidir. Alan’ın
arkadaşı Francis’te de, hayatta kalan ama silah arkadaşlarının ölümüne şahit
olan ve bunu taşımak zorunda kalanların çaresizliğini görürüz. Bu o dönemdeki
insanlığın halini de gözler önüne seren can alıcı bir noktadır.
Şu an filmin çekildiği
döneme göre bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Ancak anlatılan temel sorunlar hiç
değişmedi. Belki de bu nedenle film özgünlüğünü ve güncelliğini korumaya devam
edecektir.
Disparition/ Haribo extreme culture aittir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder