28 Aralık 2015 Pazartesi

NOSFERATU, BİR KORKU SENFONİSİ ( 1922 ) – VAMPİR ve GÖLGESİ



İnsanlığın gördüğü ilk ‘büyük savaş’ biteli çok olmamıştı. Bu ilk büyük kitlesel savaşın sonrasında savaşın diğer tarafları gibi Almanya da korkunç kayıplar yaşadı. Toplumsal bunalımları açık ve örtülü şekilde uzun süre devam etti. Alman dışavurumculuğunun en çarpıcı ürünlerinden biri olan NOSFERATU da bu bunalıma karşı güçlü bir başkaldırı filmi olarak düşünülebilir.



19. Yy sonlarında siyasi birliğini tamamlayarak sömürgecilik yarışına dahil olan Almanya toplumu hem bu yarışın rekabetinin hem de hızla sanayileşen üretimin dönüştürdüğü toplum yapısı bakımından aslında diğer emperyalist güçler gibi bir sıkışma yaşamaktaydı. Bu sıkışma ve toplumsal bunalıma karşı doğal olarak tepkiler de oluştu. Böylece kendini dayatan modernite'ye ve emperyalizm çağının yarattığı bunalıma karşı yönelen tepkinin incelmiş biçimi olarak 20. Yy’ın başlarında dışavurumculuk akımı Alman sanatında güç kazanmaya başlamıştı. Sanatçıların üretkenliği ve akımın başlangıç noktası olması bakımından Alman dışavurumculuğu olarak da tanımlanmaktadır. 



Dışavurumculuk akımı daha kapalı anlatım tekniğiyle diğer akımlardan ayırt edilebilir.

Film hem dönemi hem de dayandığı unsurlar bakımından öncü bir yapımdır. Vampir temasını ilk işleyen filmdir. Böyle ağır bir temayı sessiz sinema döneminde verebilmesi eseri çok güçlü kılar. Aynı zamanda bilinçaltına işlemiş korku öğelerini elindeki en güçlü enstrümanlardan biri olan klasik müzikle uyumlu şekilde hissettirmektedir. Adından da anlaşılacağı üzere genel akışa göre gerilim, mutluluk gibi unsurlar melodiyle alçalıp inmekte ve bize opera kurgusunu çağrıştıran bir estetiği ve uyumu çağrıştıran bir havayı vermektedir. Müziğin parçaları titizce konulmuş ve oyuncuların adeta gölgeleri gibi olarak filmle bütünleşmeyi başarmıştır. NOSFERATU’nun özgün müziğinde Hans ERDMANN’ın imzasını görüyoruz, ama bunun dışında 19. Yy klasik müziğinin usta isimlerinden BIZET ve VERDI’nin çalışmalarına yer verilimiştir. 2006’da restore edilen versiyonunda filmin özgün müzikleri de yeniden icra edilmiştir.


Böylesine özgün bir yapım az önce bahsettiğimiz iklimden yararlanarak kendi tarzını yaratan yetenekli yönetmen Friedrich Wilhelm MURNAU’nun eseridir. Henüz 12 yaşında tiyatro sahnesine çıkan yönetmen, Nietzsche, Ibsen ve Shakespeare gibi yazar ve düşünürleri de o yaşlarda okumaya başlar ve ilk filmini 1919’da çeker. NOSFERATU’yu çektikten bir süre sonra ABD’ye gider ve o yıllarda Alman sinemasının gerisinde olan Hollywood için değerli isimlerden biri haline gelir.

NOSFERATU yönetmenin kariyerinin dönüm noktasıdır. Film stüdyo dışında çekilmesine rağmen dönemine göre oldukça başarılı geçişleri ve sıradışı estetiği ile öncü olmayı başarmıştı. Döneminde telif sorunları nedeniyle vizyondan kaldırıldı, hatta korsan kopyaları dışında tüm kopyaları yokedildi. Ancak yarattığı muazzam etki sonraki yıllardaki yapımlara yansımış ve sonraki kuşakları da derinden etkilemiştir. 1979’da Werner HERZOG yapımcılığında bir tekrar yapımına girişildi. 2006’da Luciano Berritua tarafından, sonraki yıllarda bulunan negatiflerin, filmin aslının ve özgün tipografi tekniğinin restorasyonuyla tekrar kaydedilmiştir.

Avrupa toplumlarının yüzyıllar önce bilinçaltına yerleşen vampir mitinin edebiyata uyarlanmış versiyonu olan DRACULA romanı, NOSFERATU’nun esinlendiği temeli veriyor. Varlığını yaşayanların kanına borçlu ebedi uykuya mahkum vampir kont karanlık gecelerde yani tam olarak ‘ölü’ saydığımız zamanlarda yaşıyor ve çeşitli şekillerde amacına ulaşıyor. Sahnelerde üstü örtülü gerçeğin gölgelerini takip ederek gerçeğe ulaşmaktayız. Örneğin vampirin kendi yerine gölgesinin yaklaştığı sahne bunun gerçek anlamdaki ifadesidir. Bu aslında tam da yönetmenin yapmak istediği şeyi bize göstermektedir. Işık ve gölgeyi ustaca kullanarak dışavurumculuğunu kendine has bir şekilde ifade etmektedir.




NOSFERATU’da kana susamış bir vampirin avının gözünden onun yaşadığı dehşeti ve hissettiği korkuyu görmekteyiz. Bir mülk satışı için kontun yanına gelen ve bir süre sonra kontun gerçek yüzünü gören görevli kurtulmayı başarıyor ve kasabasına dönüyor. Filmin ilerleyen kısmında gemide gördüğümüz tabutlardan çıkan fareler Ortaçağ’da özellikle Avrupa’yı felç eden veba salgınlarını hatırlatıyor ve böylece Avrupa insanının korkularıyla yüzleşmesi için bir adım daha atılıyor. Normal bir seyrüsefer gemisinin adeta hayalet gemiye dönüştüğü bu sürecin sonunda gemi kasabaya varıyor ve anlatı kasaba halkının da bir bir ölmesiyle devam ediyor. Sonu gelmeyen bir kabusa benzeyen bu lanet, vampirin aydınlığa yenik düştüğü sahneyle son buluyor.

Filmdeki genel tema bize insanın varlığını devam ettirmek için kaçındığı veya saklandığı içgüdüsel korkuları karanlık ve imgesel bir şekilde anlatıyor. Dönemin Avrupa’sın da kitlelerin en büyük korkuları arasında savaş, salgın hastalıklar, büyük kıtlıklar ve sonu delirmeye kadar giden ruhsal rahatsızlıklar vardı. Yaşanan ilk büyük savaşın kanayan yaralarından dolayı galipler de mağluplar da fazlasıyla acı çekmişlerdi. Filmde de karakterlerin zaman içindeki değişimi ve korkularının bir şekilde başlarına gelmesi sonunda umut edecek bir şeyin kalmadığı bu sefil hayatın dışavurumudur. İnsanların korkuları gölgeleri gibi kendileriyle beraber gelmektedir ve nereye giderlerse gitsinler onlardan kaçma olasılığ yoktur. Bu korku adeta şizofren bir kişiliğin savaştığı iç benliği gibidir. Ancak yüzleşebilen ve cesurca savaşanların ayakta kalma şansı vardır.

Sinemanın başlangıç döneminde korku türünün bir anlamda Don Kişot’u olan NOSFERATU değerini hiç bir zaman kaybetmemiştir.

Bu Yazı Extremeharibo için Akman Demirkan Tarafından Hazırlanmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails