31 Mart 2009 Salı

Robert Bloch:Üç Ruhlu Adam


Amerikalı yazar,Robert Albert Bloch (5 Nisan, 1917, Chicago - 23 Eylül 1994, Los Angeles)yaşadığı süre boyunca suç, korku ve bilim kurgu edebiyatına önemli eserler sundu.Üç Ruhlu adam(Pycho) olarak dilimizede çevrilen kitabı fazla sükse yaratmasada Alfred Hitchcock'un romana parmak atması ile yer yerinden oyanadı ve Robert Albert Bloch'da üne kavuştu.Baris karloff'un da senaryo yazdığı ünlü Weird Tales dergisinde yazarlık yapmaya başladı.Hemen hemen bütün hikayeleri filme alındı.

Eski basımı Üç Ruhlu adam yenisinde ise Sapık olarak raflar bulunun bu muhteşem romanı kitapcılardan yada sahaflardan edine bilirsiniz.

Bu romanın filmi herkesi heyecana düşürdü... Korku ve heyecan filmleri çevirmekle şöhret yapan yönetmen Alfred Hitchcock'un, muayyen bir yerinde sırf seyirciyi heyecanla yerinden sıçratmak için meydana getirdiği bu film, rejisörün umduğundan fazla başarıya ulaştı. Gösterildiği sinemalarda film, iki muayyen yerinde seyirciler arasında âdeta panik yarattı...


GÜRÜLTÜYÜ işittiği vakit Norman Bates iliklerine kadar ürperdi. Sanki birisi pencerenin kenarına tık tık tık diye vuruyordu. Şöyle bir doğruldu, yerinden kalkmaya hazırlandı. Elindeki kitap dizlerinin üzerine düştü. Sonra aklı başına geldi. Pencereye vuran eden yoktu. Yağmur başlamıştı âniden. Öğleden sonranın geç saatlerinde yağmur daima bu azizliği yapardı... Yağmurun başladığını fark etmediği gibi, havanın karardığını da fark edememişti. Kitabı yine eline aldığı vakit harflerin güç seçilmeye başladığını gördü. Alışkın bir hareketle uzanıp lâmbanın düğmesini çevirdi. Eski model masa lâmbalarından biriydi bu. Norman kendini bildi bileli onu evde görmüştü; annesi bir türlü atmaya kıyamamış, dede yadigârı öteki eşyalarla birlikte bu lâmba da eski evin bir parçası olarak bugünlere kadar sürüklenmişti... Annesinin, hiçbir şeyi atmama huyuna Norman aldırmıyordu. Ömrünün kırk senesini geçirdiği bu evde, eskimiş eşyalar arasında yuvarlanıp gitmenin, insana huzur veren bir rahatlığı vardı... Evet, kırk uzun sene evin içinde pek fazla değişiklik yapmamıştı. Ama dışarısı!.. İşte bütün değişiklik dışarıdaydı. Orada olanlar olmuştu... Ama dışarıya kimin aldırdığı vardı ki. Meselâ şimdi Norman evin bir köşesinde kitabını okuyacağı yerde, yürüyüş için dışarı filân çıkmış olsa sucuk gibi ıslanmış olmayacak mıydı? Lâmbadan akseden ölgün ışık, saçsız başını, pembemsi alnını ve gözlüklerinin camlarını parıldatıyor, içeri batık şakaklarını büsbütün gölgeliyordu... Elindeki kitap bayağı ilgi çekici bir eserdi. Vaktin geçtiğini, yağmurun başladığını fark etmediğine şaşmamak lâzımdı. İnka'ların, dillere destan medeniyetinden ve tarihe karışmış ananelerinden bahsediyordu. Savaş kazanmış İnka Kızılderililerinin zafer dansından bahseden şu kısım hakikaten tüyler "ürperticiydi. Şöyle diyordu aynen: "Dansa tempo veren davul, vaktiyle İnka'ların düşmanı olan birinin vücuduydu. İç organları boşaltılıp temizlenmiş, karın kısmı davulun derisini teşkil edecek şekilde terbiye edilip gerilmişti. Tokmaklar kalkıp indikçe, ölü gövdenin karın boşluğunda hasıl olan ses, uhrevî bir ahenkle açık ağızdan dışarı aksediyordu..." Norman acı acı gülümsedi. Hakikaten dehşet verici bir manzara olmalıydı bu. Düşünün bir kere... Zavallı düşman esirinin karnı, muhakkak ki, zavallı daha canlı iken deşilmiş ve içi boşaltılmıştı. Hele sesin ölü ağızdan gelişi!. Peki ya, vücudun sert kalması, bozulmaması için ne kullanmışlardı?.. Bu ölüm davulunu meydana getirmek için insanda ne gibi bir şeytani muhayyile olması lâzımdı!. Kitabın, daha sonraki paragrafta etraflıca tasvir ettiği sahneyi gözlerinin önünde canlandırmaya çalışan Norman bir ara davulun güm gümlerini âdeta kulaklarının dibinde işitmeye başladı. Kitabı katlayıp kulak verdi. Kendi kendine gülümsedi. Yağmur yine onu gafil avlamıştı. Ama... Daha dikkatle dinledi. Yağmurdan da başka bir şeydi bu... Ayak sesleri. Kulaklarının son derece alışık olduğu bir tempo... Norman bu sesleri duymadan evvel âdeta hissederdi. Annesinin gelişi, odaya girişiydi bu. Başını çevirmesine bile lüzum yoktu. Annesi gelmiş, başucuna dikilmişti. Uzun zaman odasından çıkmamış olduğuna göre yeni uykudan kalkmıştı annesi. Uyku sersemliği içinde onun ne kadar huysuz olduğunu bildiğinden Norman hiç ağzını açmamayı münasip gördü.

- "Saatin kaç olduğunu biliyor musun Norman?"

Adam içini çekti ve elindeki kitabı kapadı. Annesi buraya gelirken koridorda, büyükbabasından kalma eski, upuzun saatin önünden geçmişti. Saatin kaç olduğunu biliyordu. Şimdi ağzını açıp münakaşa etmek bayağı akılsızlık olurdu. Ama bir şey de söylemek lâzımdı.

- "Okumaya dalmışım" dedi, "geç olduğunu fark etmedim."

- "Gözlerim var, değil mi? Ne yaptığını gördüm." Annesi şimdi pencerenin önüne gitmiş, perdeyi aralayıp dışarı bakmıştı. Kitap okuyacağım diye motelin ışığını yakmayı da unutmuşsun. Ne işin var burada? Ne diye aşağı, vazifenin başına gitmedin?"

- "Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, bu havada kimsenin geleceğini tahmin etmedim."

- "Saçmalama, esas müşteri havası bu... İnsanlar yağmur altında yollarına devam edeceklerine, arabalarını kenara çekip bir çatı altına girmeyi tercih ederler."

- "Biliyorum, ama kimin yolu bu tarafa düşüyor ki... Herkes yeni yoldan gidiyor." Norman kendi sesine acı bir itham geldiğini ve bunun annesini çileden çıkaracağını biliyordu. Ama yine de susmadı. "Yeni yolu nereden geçireceklerini haber aldığımız vakit sana olacakları söylemiştim, değil mi? Millet daha haberi duymadan burayı birine satıp yeni yolun geçeceği yerde başka bir motel yaptırabilirdik. Hem Fairval'e daha yakın olurduk şimdi, hem de cebimize birkaç kuruş girerdi. Ama beni dinlemedin, kendi bildiğini okudun. Beni hiç dinlemezsin zaten, ne zaman bir şey söylesem hep alay edersin. Senin bu hallerin artık sinirime dokunuyor, anladın mı? Sinirime dokunuyor!

MOTEL

Boş yerimiz vardır. Levhanın neon ışıkları yakılmamıştı, ama tepede kara gölgesi seçilen eski evde ışık vardı.
Otomobili o tarafa sürdü ve farkına varmaksızın, gelen arabaları bildirmesi için yola serilmiş olan kablonun üzerinden geçti. İdare ofisi olduğunu tahmin ettiği kulübenin önünde durdu. Diğer kulübelerin hiçbirinde ışık gözükmüyordu. Kimse yoktu belki; belki de motel işletilmiyordu. Öyle ya, ana yoldan bu kadar uzakta, bu ücra köşede kim müşteri bulabilirdi? Halbuki kendisinin böyle bir yerde kalması daha akıllıca bir işti. Motoru susturup bekledi. Kulaklarına, arabanın üstüne tıp tıp vuran yağmur damlalarından başka ses gelmiyordu. Birden aklına geldi. Annesinin öldüğü gün de böyle yağmur yağıyordu. Yağmur altında toprağa vermişlerdi onu... karanlıkta, yağmurun altında yapa yalnızdı. Yanlış yola sapmış, tanıdığı kimselerden kilometrelerce uzakta, bilmediği bir yerde tek başına kalmıştı. Kimseden fayda yoktu ona şu anda. Kendi mezarını kendi elleriyle kazmıştı ve şimdi kuzu kuzu içine yatması gerekiyordu. Neden düşünmüştü sanki bunları? Belki yanlış bir iş yapmıştı, ama dönülmez bir noktada değildi ki.

O karanlık gölge, yağmurun içinden sıyrılıp, dışarı çıkması için arabanın kapısını açtığı sırada Mary hâlâ bunu düşünüyordu. ADAM genç kıza baktı.
- "Oda mı istiyorsunuz?" diye sordu.

Mary adamın zararsız yüzünü ve mütereddit sesini fark ettikten sonra kararını çarçabuk verdi. Burası, geceyi tehlikesizce geçirebileceği gibi bir yerdi.


- "Evet" der gibi başını salladı ve arabadan çıktı. Adamın peşi sıra ofis kulübesine yürürken, saatlerden beri arabanın içinde durmaktan uyuşmuş bacaklarını gererek açmaya çalışıyordu.

Adam cebinden çıkardığı anahtarla kulübenin kapısını açtı, içeri girip elektrik düğmesini çevirdi. Mary'yi içeri buyur ederken de:
- "Özür dilerim aşağı çarçabuk gelemediğim için" diye söyledi, "annem biraz rahatsızdı da.."

Mary bir şey demedi, etrafta dolaştırmakta olduğu bakışlarını adama çevirdi ve gülümsedi.
- "Tek kişilik odalarımızın geceliği yedi dolardır. Görmek ister misiniz?"

- "Lüzumu yok" dedi kız.

Çantasını açtı, bir beşlik, iki tane de tek dolar çıkartıp adamın önüne koydu. Sonra, doldurması için önüne sürülen deftere birkaç saniye kadar tereddütle baktı. İsim yerine Jane Wilson diye yazdı, adres olarak da San Antonio kaydını koydu. Otomobilde Teksas plâkası olduğu için nereden geldiğini gizlemesine imkân yoktu. Adam "Valizlerinizi getireyim" diyerek kapıya doğru yürüdü. Mary onun peşi sıra birkaç adım attı. Para hâlâ, kahverengi zarfın içinde, otomobilde duruyordu. Galiba en iyisi onu geceleyin orada bırakmak olacaktı. Arabanın kapılarını kilitledikten sora paranın emniyetinden şüphe etmeye lüzum yoktu.
Adam valizi, ofise bitişik olan kulübenin kapısı önüne getirdi. Mary, onun ittiği kapıdan içeri girerken de adam:

- "Ne berbat hava, değil mi?" dedi. "Uzak yerden mi geliyorsunuz?"

- "Eh, oldukça. Bütün gün direksiyon kullandım."

Motel odası oldukça sade, eski usulde, fakat tertipli döşenmişti. Tepedeki yuvarlak lâmbadan dökülen sarı ışığın altında Mary, geceyi burada geçirmekten vazgeçmesine sebep olabilecek gibi bir şey göremedi. Sağ tarafta banyo kısmı gözüküyordu. Gömme banyo yoktu, yorgunluğunu duş altında girmesi gerekecekti. Ama buna bile itirazsız razı oldu.
- "Başkaca istediğiniz bir şey var mı?"

Adam sormamış olsa az daha unutacaktı. Acele ile:

- "Yemek yiyebileceğim bir yer var mı buralarda?" diye sordu.

- "Üç kilometre kadar aşağıda bir yer vardı, ama yeni yol yapıldıktan birkaç ay sonra kapandığını işittim. Zannedersem en yakın yer Fairval."

- "Orası ne kadar uzak?"

- "Yirmi dört, yirmi beş kilometre kadar bir şey... Bu geldiğiniz yoldan aşağıya doğru gidecek ve yol ikiye ayrıldığı vakit sağa döneceksiniz. Bu dönüş sizi yeni yola çıkarır. Ondan sonra dosdoğru on kilometre kadar gideceksiniz... zaten şayet kuzeye gidiyorsanız, nasıl oldu da bu eski yola saptınız anlayamadım... Uzun zamandan beri buraya uğrayan olmadı."


- "Yolumu kaybettim de ondan buraya düştüm."

Şişman adam, "Haa, şu mesele" gibilerden başını salladı.

- "Zaten çoğu zaman böyle oluyor."

Kapıya doğru yürüdü. Tam çıkacağı sırada durdu. Önüne bakarak ve söylememesi gereken bir şeyi söylüyormuş gibi bir sesle:
- "Şey" dedi. "Düşünüyorum da, belki bir yemek için ta Fairval'e kadar gidip gene buraya dönmek zor gelecek. Hem de bu yağmurda... Şayet isterseniz.. Zaten kedime yiyecek bir şeyler hazırlayacaktım... İsterseniz gelip benimle bir şeyler yiyebilirsiniz."

Mary acele ile "Yok, yok" dedi. "Olmaz. Size zahmet vermek istemem."

- "Ne zahmet olacak... Annem zaten yattı. Kendime soğuk etlerden bir sandviç yapacaktım, biraz da kahve... Şayet sizce mahzuru yoksu memnun olurum."

Devamını okuyun...>>

30 Mart 2009 Pazartesi

Sembolizmin Karanlık yüzü:Arnold Böcklin

Arnold Böcklin (d. Bâle, 16 Ekim 1827 – San Domenico, İtalya, 16 Ocak 1901) İsviçre'li ressam, heykeltraş, süsleme sanatçısı ve grafist.

Romantizm ve empresyonizmin ardından 19.yy’da ortaya çıkan sembolizmde en belirgin nitelikler tinsellik ve melankolidir. Sembolizmde iç dünya, düşler, hayaller, yalnızlık, düşünce, gerçek dışı, uyku ve ölüm de yer bulur. Diğer Sembolist ressamlar gibi Arnold Böcklin de doğanın ruhunu ve nesnenin gizini melankolik bir şekilde çağrışımlara ve sembollere başvurarak aktarır. Gördüklerini, yaşadıklarını, edebiyattan ve efsanelerden aldıklarını imgelem ve hayal gücüyle bir araya getirir. Simgesel ve mitolojik resimlerinde ruhsal durumun yansımasına önem verir. Fantastik resimleri yanı sıra ilk dönemlerinde ağırlıklı olarak yaptığı manzaraları da gizemli bir atmosfere sahiptir.



İlgili linkler:
galeri
biografi



Devamını okuyun...>>

29 Mart 2009 Pazar

Dead Meat (2004)


Yeni dönem zombi filmlerinin geneline baktığımızda daha evcil oldukları kaçınılmaz;Ancak bu kayideyi bozanlar var.İrlandalı Conor McMahon adındaki genç yönetmende bu istisnalardan biri.

Kuşkusuz George A.Romero nun fazlası ile etkisinde kaldığı kuşkusuz.Hangimiz etkilenmedik ki Romero paşanın filmlerinden.Dead Meat bir nev-i Night of the Living Dead ın irlanda uyarlaması diyebilirim.Oldukça düşük bütçe ile yapılmış film;Gayet başarılı bir iş olmuş.

Dvd nin kapağına şöle bir baktığımızda ''peter jackson’un braindead’inden beri en kanlı, en eğlenceli, en enerjik zombi filmi'' böle bir yazı bizi karşılıyor bizi.Ben alaka kuramadım.Eğer her komedi unsuru içeren korku zombi/korku filmini peter jackson yorulcaksa vay halimize.Peter Jackson kalitesine diycek lafım yok,fakat 2 korku filmi çekmiş bir yönetmen son zamanlarında ise hobbitcilik oynamış bir adamı nasıl olurda safkan zombici işi film yapmış adamla karşılaştırırlar anlamadım.Herhalde filmi izlememişler.
Neyse,normalde İnsanları Zombilere dönüştüren ya bir virus ya da şeytanın amansız bir oyunudur.Bu filmde ise İnekler.Kanımca delidana hastalığından yola çıkarak kendince yorumlamış.Çekim tarzı,makyaj ve oyunculuk olabilğine doğal.Hatta şöyle diye bilirimki hava karardığında.Eğer karakterlerimiz meşale v.b aydınlanma araçlarını kullanmazlarsa zifiri karanlık çöküyor.Kimileri bunu yetersizlik olarak algılamış yazık.
Gelelim seneroya şöle bi göz atalım.
İneklerden bulaşan amansız hastalık insanlara saldırmaya başlar ve küçük bir köyü tamamiyle zombie çevirir.Bir kaç gün sonra genç bir çift kasaba yakınlarından geçerken zombilerden bir tanesine araba ile çarparlar.Tabi zombi olduğunu anlamazlar ve hastaneye götürmek üzere arabaya aldıklarında.Zombie genç adama saldırır ve helena adındaki karısı yardım çağarmak için en yakındaki köye gider;ancak gördükleri karşında çaresizliğe kapılır.



Burada ilk zombi saldırısını kocasından yer.Çevik karı elektirikli süpürge ile gözünden adamın beynini cekerek öldürür.Peşine düşen zombilerden ise mekanın zombi avcısı olan köylü çocuk,genç kadını kurtarır.Film burdan itibaren oldukça koşturamalı geçer.Hatta en güzel sahnelerinden biride Helenanın topuklu ayakabı ile zombi avlamasıdır.


Bir süre sonra tipik iki irlandalı ile karşılaşırlar.Adam helena ve köylü adamı arabasına alır.Herşey gayet güzel devam ederken.Havanın kararması ile işler kötüye gider.Arabada klasik olan zombi ihtilali durumundaki insanların birbirini tanıma muhhabetleri ve geçmişlerinden laf döner.Hava kararınca aman Zombilere çarpmadan geçelim diye arabalarını çamura saplıyınca sik gibi ortada kalırlar.Buraları adamı çok sarıyor çünkü hiç bir dışardan aydınlatma kullanılmamış herşey doğal.


Tabi bi şekilde zombilerden kaçıyorlar sonra gidip bir yere biraz dinlenmek için kamp kurduklarından beklenmedik bir zombi saldırısı ile karşılaşıyorlar....Filmin sonunda karşımıza çıkan askeri tipler direk olarak bana The Crazies filmdeki tipleri hatırlatı.Heleki finaldeki o insanları tırın arkasına doldurma sahneside cabası.

Avrupa sineması olarak ele aldığımızda düşük olsada,Britanya adasında değerlendirdiğimizde gayet başarılı bir film.Genç yönetmen gore öğleri ve kurguyu biraz daha artırısa bu işi götürür.Yeni filmlerini sabırsızlıkla bekliyoruz.


Haribo puanı:4,5 kilo karışık haribo

Lord magius/Haribo extreme culture aittir.
Devamını okuyun...>>

Brutal Truth - Evolution Through Revolution

Sene 1992... Sıradan bir kasım haftasonunda Kadıköy civarında Ateş gazi, Kaan Gazi, Sokullu Cihan hacı ve bikac kazımacı daha , iciyoruz.
Moda sahillerinde..
Bir baktık ordan o dönemin fiyakalı tiplerinden Utku koştura koştura geldi,
"Murat abi murat abi" dedi; buyur Utku dedim.
Abi, dedi BRUTAL TRUTH diye bi grup çıkmış basscısı da DANNY LILKER miş!..

Tabii o zaman böyle internet ortamları, webzine vs yok, NEZIH kitapevinde raflarda duran yeni mi eski mi neydüğü belirsiz dergilerden eğer o da doğruysa gelişmelerden haberdar oluyorduk hele de böyle albüm çıkmadan bir süre önce download yapmalar, albüm hakkında bir fikir sahibi olmalar vs vs cok ütopik şeylerdi benzerlerine anca bilim-kurgu filmlerinde rastlanabilirdi.

O dönem biz en cok NUCLEAR ASSAULT kovalayan yatıp kalkıp günde bazen bikac kere HANDLE WITH CARE albümünü " plaktan" dinleyen, Danny haconun NA dan ayrılması ile hüzünlere boğulmuş bikac seçkin tipten birisiydik elbette herkeşten önce bize gelinecek ve bizden icazet alınacaktı.

Koştura koştura Akmar ın yolunu tuttuk, dönemin korsan kaset baronu bi takozun dükkanında aldık soluğu.
Hakkaten de vitrinde Extreme Conditions Demand Extreme Responses kapağını gördük, booklet üstünde bir de ufak yuvarlak etiket vardı, grubun kadrosunda Lilker in var olduğuna dair.
Dükkan sahibi esnaftan rica ettik, bikac şarkı dinleyelim akabinde albümü de satın alalım dedik. Dükkan boştu ortam müsaitti buna rağmen esnaf haco yüzünü eşkitti işi yokuşa sürdü allem etti kallem etti ama biz israrcı tavrımızdan zerre taviz vermedik..
Cd çalmaya başladı, insanın içini karartan bir intro ve akabinde "Birth of Ignorance" start aldı, çatara cutara kros sesleri, zil sesleri, hızar gibi gitarlar yetmezmiş gibi dizel motorlu sanayi tipi traktör sesine benzer bass gitar tonları, Kevin Sharpe in yırtıcı ve gırtlak parçalayan vokalleri ile tepemizde surları yakan yıkan parçalayan gülleler patlamaya başladı ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı..



Aradan geçen bunca seneye rağmen biz BRUTAL TRUTH ve böyle bikac grubu kovalamayı hic bırakmadık, Ateş gitti Kaan gitti Utku zaten yalan oldu evlendi cocuk coluğa karıştı ama biz hala buralardayız, hala iciyor o işleri kovalıyoruz hala kazıyoruz!

Hayvansal gerçeğin asıl ve ideal kadrosu:

Danny Lilker - Bass gitar
Kevin Sharpe - Vokal

Erik Burke - Gitar

Rich Hoak - Davul


Relapse Records etiketi ile nisan ayında raflardaki yerini alacak albümdeki şahane parçalar ise:

1.Sugardaddy
2.Turmoil

3.Daydreamer

4.On The Hunt

5.Fist In Mouth

6.Get A Therapist Spare The World

7.War is Good

8.Evolution Through Revolution

9.Powder Burn

10.Attack Dog
11.Branded
12.Detatched

13.Global Good Guy
14.Humpty Finance
15.Semi-Automatic Carnation

16.Itch
17.Afterworld

18.Lifer
19.Bob Dylan Wrote Propaganda Songs

20.Grind Fidelity


Brutal Truth gibi bir grubun şarkılarını hele de adeti 20 ise oturup tek tek yazmak durduk yere kendini sıkıntıya sokmak cıkmazlarda kaybetmek demektir.
BT anlatılmaz, yaşanır aynen TERRORIZER, NAPALM DEATH, NASUM, LOCK UP vb gibi.

Albümdeki en cok dikkat çeken şarkılar:
Sugardaddy, Daydreamer, Get A Therapist Spare The World, Attack Dog ve de Global Good Guy.
Bunun haricine bu müziğin tarihinde zalim bir yere sahip BT nin genel soundu da muhteşem ve kaotik, grubu daha evvel dinlemiş olanlar da işe uyanacaktır ekseri Sounds of the Animal Kingdom + Need To Control arası bir işe imza atmışlar.

Tez zamanda memlekete gelmesini ve sahnede canlı kanlı izlemeyi umut etmekten başka birşey elimizden gelmiyor.

haribo4grind/Haribo extreme culture aittir.

Grubun resmi web sitesi:
http://brutaltruth.com/

MySpace adresi ise:
http://www.myspace.com/brutalfuckingtruth




Devamını okuyun...>>

24 Mart 2009 Salı

Aleister Crowley:Ay Çocuk



Asrın en karanlık şahıslarından biri olan Aleister Crowley,yazar, mistik, satranç ustası, dağcı, şair, ressam, astrolog. Eylemleriyle henüz yaşarken "Dünyanın En Kötü Üne Sahip Adamı" şeklinde adlandırılan Crowley, Altın Şafak tarikatı, A∴A∴, Ordo Templi Orientis gibi farklı okült organizasyonların üyesiydi.


Extreme müziğe etkisi asla göz ardı edilemez.Tom Angelripper'dan Glen Danzig'e kadar bir çok paşanın en sevdiği yazarlar arasında yer alır.Anselmonunda Necrophagia'da çaldığı dönemde Aleister Crowley lakabını kullandığını unutmayalım.

Yaşadığı günden bu yana eserleri ile bizlere yön verdi.İşte onlardan biri:Ay Çocuk

Antikite ilimlerinde, pek çok sınıflandırma gezegenlere dayalıdır. Doğalarında sıcak ve ateşli olan, aslanlar ve biber ve humma. Güneş veya Jüpiter ya da Mars ile, atik ve esrarengiz şeyler Merkür ile, soğuk ve ağır şeyler Satürn ile vb. sınıflandırılmıştır.

Yine de pek çok gezegenin ilkesi çeşitli oranlarda hemen her şeyin içinde yer alır. Bu oranlar daha eşit biçimde dengelendikçe ve birleştirildikçe, her şey, gerektiği gibi daha bütünsel oldukça, ilahi kusursuzlukla bir örnek olmaya daha fazla yakınlaşılmış oluyordu, insanın kendisi, küçük bir evren, Yaratıcı'nın bir görüntüsü, mikrokosmos olarak adlandırılıyordu. İçinde, bütün gezegenlerin ve elementlerin bir yeri vardı ve Zodyakın Burçları bile onun doğasında temsil ediliyordu. Koçun enerjisi baştaydı, boğa omuzlarma dayanma gücü veriyor, aslan, yüreğindeki cesareti ve mizacının ateşliliğim temsil ediyordu, sıçramasına yardım eden dizleri, oğlak burcundaydı, hepsi güzellik ve uyum içinde çalışır, güzellik ve uyum içinde bölümlere ayrılır ve ayrılırdı.


Bu garip dilde, Ay, alıcı durumdaki belli başlı bütün şeyleri belirtirdi, çünkü ayışığı güneş İşığının yansımasıdır sadece. Bu nedenle "lunar" neredeyse "dişil" ile eş anlamlıdır. Kadın değişir, hepsi erkeğin etkisine dayalıdır. Evrelerine göre, bir zaman bereketliyken, bir zaman çoraktır. İlerlediği yolun her gününde Zodyakın belli bir bölümünün içinden geçer ve o evredeki, ya da onların deyişiyle, evdeki etkisi, kendisi dışındaki yıldızların varsayılan doğalarına göre belirlenir. Iliel'in gündelik rutin davranışları ayın her sıfatı ile uyum gösterecek şekilde düzenleniyordu.

Ayrıntıdaki bu önemsiz şeylerin dışında Ay'in üç bölümden oluşan yüce bir karakteri vardır. İlkin, Grek söylenişiyle Artemis ya da Roma mitolojisindeki Diana, Güneş'in kardeşi ve parıldayan Bakire Tanrıça'dır. ikinci olarak, insana ışığı ve saflığı getiren ve onun hayvansal ruhunu sonsuz benliğine zincirleyen, İsis-initiatriks ve Persephone ya da Proserpina'dır, çifte doğası olan bir ruhtur, efendisi tarafından ikram edilen narı yediğinde, annesi onu yukarıya tamamiyle geri getiremediğinden yarı dünyada yarı Hades'te yaşar. Ve üçüncü olarak Hekate'dir, cehennemin temsil ettiği "her şey"dir. Kısır, çirkin ve kötü niyetlidir, ölümün ve cadılığın kraliçesidir.


Bütün bu mizaçlar kadında birleşmiştir. İyi ve ışık saçan bir varlık olarak Artemis'in doğruluğundan şüphe edilmez. Hekate, anne olma umutları bütünüyle geçmişte kalmış, ruhu, mutlu ölümlülere duyduğu kıskançlık ve nefretle kararmış bir kocakarıdır. Yaşamın bolluğu içindeki kadın, Demeter'in Hades yılın yarısında onu dünyaya göndermeyi kabul edene kadar mısır vermemeleri için uğruna tarlaları lanetlediği yüce Persephone'dur. Bu nedenle eski insanların "ay" ı, bugün Mitras rahibinin boğayı öldürdüğü zamanki kadar sağlam, gerçek bir psikolojik anlama sahiptir. O, ruhtur ama gerçek ruhun sonsusuz ve ölmeyen güneşi değil, onun bir yansıması ve değişime ve kedere ve evrenin bütün güçlerinin oyununa tabi ve "rehinden kurtuluşu" kozmik problemin çözümü olan hayvan ruhudur. Çünkü o, yılan'ın başım ezecek olan kadının tohumudur ve bu olay, anneliğe hak kazanan her kadın tarafından sembolik olarak tekrarlanır.

Diğerleri, kutsal ve ilahi bir ritüelin rahibeleri olarak Artemis'e karşı iffetli kalmış olabilirler, ama bu istisna ile birlikte, kararlaştırılan amaca ulaşmakta başarısız olmak onları ayın karanlık yüzüne, lanetli Hekate'nın soğuk ve kısır evine getirir.
Daha ileride, bu düşünce alanlarımn ne kadar geniş olabileceği, kadın formülünün-etkinin doğasına, sonrasında kadına işleyip işlemediğine göre- çoğunlukla, bir saniye içinde uç noktaların birinden diğerine sıçrayarak dokunacak denli duyarlı olduğu görülecektir.

Devamını okuyun...>>

Inevitable End - The Sever​ed Incep​tion



Inevitable End
bizim yeni keşfettiğimiz tevekkeli değil aslında bu işlere de yeni başlamış ancak olaya balyoz kıvamında bir " debut " ile girmiş Gothenburg / İsveç menşeili 4 civandan ibaret bir grup.

Metal arşivi sitesinde yazılana göre bir dönem thrash metal ile iştigal etmiş bir güzel kondisyon sahibi olmuş 2004 ve 2006 da 2 adet de demo yapmışlar.
Kanımca kar kış kıyamet ortamlarında insanın kanını donduran buzulların arasında cok da bu ruh halini korumayamaz hale düşüp death metalin oldukça hızlı ve serisini icra etmekte karar kılmışlar, şu albüme bakarak cok yerinde bir karar diyebilirim pekala.

Gruptaki herifler ve pozisyonları:

*Andreas Gerdén: Vokal
*Emil Westerdahl: Bass

*Joakim Malmborg: Davul

*Skägget: Gitar


Relapse records gibi taşşaklı bir firmadan daha 1. albümü yapmak herkeşe nasip olmuyor, çalışmadaki parçaları da yazalım:

1.The Sever​ed Inception
2.Dream​sight​ Synopsis
3.Embra​cing The Origin
4.Perse​verin​g Incitement
5.Colla​pse In Reverse
6.Distorted
7.Firstborn Of All Dead
8.Apprentice​ Luminous Acquaintance
9.The Art Of Corruption


Herşeyden evvel adamların henüz görücüye cıktığı bir albüm olmasına rağmen genel sound şıkır şıkır, herşey net ve olması gereken kıvamda, özellikle gitar soundu beni cok cezbetti. Şarkıların alt yapısı kafi miktarda cinnet, her fırsatta aralara çakk güzel speed ve kazıma davullar serpiştirerek adrenalini de üstlerde tutmayı becerebilmiş adamlar.

The Sever​ed Incep​tion hayvanlığın sınırlarını zorlayan bir açılış şarkısı.
Vokalist daha ziyade östaki borusuna ziyan bir performans sergiliyor kuduz köpekler gibi kusmuş nefretini, yetmezmiş gibi aralarda giren screamler de cabası.
Çook cinnet adamlar bunlar çook:p

Dream​sight​ Synop​sis bu albümdeki favorilerimden birisi. Çok özgün farklı veya " deneysel" bir çalışma diyemem ama aradığımız bicok element bu parçada da mevcut, gayet dinamik bir iş açıkçası. Hele o aralarda kazıma üstüne serpiştirilmiş piskopat bir atraksiyon var off diyorum sadece..

Colla​pse In Rever​se bu albümün bir diğer zıpkın çalışması.
Böyle sağlam davulcun olursa bol mutingle ortamı adrenaline boğar umulmadık bi yerde kazımaya başlar ortalığı tarumar edersin, bu mantık sanırım bu death metal ve türevleri var olduğu sürece her daim prim yapacak.
Aralara dur/kalk senkoplar filan da koymuşlar cok iyi bir standart tutturmuş adamlar kanımca.

Karamsar kötümser hava aynen First​born Of All Dead adlı şarkıda da devam etmekte. Özellikle grubun o thrash metal yıllarında kalma bikaç cafcaklı riffi muhteşem bir gaz veriyor ortama hele de aralara zıvanadan çıkmış scream vokaller de girerse dadundan yenmezz..

Albümün startını gaddar verdik bitişi de acımasız olsun mantığı The Art Of Corru​ption​ adlı şarkı ile vuku bulmuş. Solistin anlatacak meramı hic bitmiyor sürekli homurdanıyor arada soluklanmak istediği vakit mikrofonu diğer şirret herif eline almış o da koca karı gibi bıkbık ediyor, adamların hali pek de ic acıcı gözükmüyor zaten.

haribo4grind/Haribo extreme culture aittir.
Grubun web sitesi:

http://www.inevitable-end.com/

Myspace adresi ise;

http://www.myspace.com/inevitableend





Devamını okuyun...>>

22 Mart 2009 Pazar

Kontes Madonna & Pantera / New Level




Takozlar hala Pantera ve Dimebag in işlerini cözmeye uğraşa dursun Madonna gibi yıllanmış hatunlar saygılarını sunmaktan geri kalmıyor.
Aha ispatı :






Devamını okuyun...>>

20 Mart 2009 Cuma

Pestilence-Resurrection Macabre


Resmi kayıtlara göre 1993'ten,bana göre ise 1991 ''Testimony of ancients'' ile sesizliğe boğulmuş;Pestilence 16 sene sonra adına yakışır bir geri dönüş yaptı.Cannibal Corpse ve Funeral Mist şokunu atlamadan eşşek öldüren rüzgarlarının soğu ile gelen ''Resurrection Macabre'' beni benden aldı.

İlk dönemlerinde Thrash,ardından Death ve son olarak o Spheres albümü ile jazz fusion/progresif tarzda işler yapan grup yıllar sonra nasıl dm yapılır gizli başlığının altında''Resurrection Macabre''albümünü yayınladılar.Bizlere 3 seçenek sunmuşlar kanaatimce,ya Autopsy'nin yolunda en ilkel işlere bakarsın,ya böle neo-teknik gamlar armoniler havada uçuşan ne olduğu belirsiz bir işler peşinde koşarsın ya da varsa öle güzel çalcak davulcun Morbid Angel var-i bir hava belirlersin.

Albüm çıkmadan önce etrafta konuşulan muhhabetlere şahit oldum.Bir takım tipler köpeklerin duaları kabul olsaydı gökten kemik yağardı misali kesinnn 2.Spheres olucak öleyken böle şöyleken böle gibisinden atıp tutuyorlardı.Patrick Mameli dünyanın birtane daha o tarz Pestilence albümü kaldıramıycağını gayet iyi biliyor ki 16 sene sonra öle bir kayıt çıkarmak ya da öle bir işin peşinden gitmek intahardan başka birşey olmaz.

Aldığımız bilgilere göre danimarkada Hansen studyolarında kaydedilen albümün,yapımcılığını da Jacob Hansen üstlenmiş.Gayet modern bir kayıt olmuş.Çok sakin ama bir okadarda fevri kazımışlar.Pestilence her zaman bassları ön planlanda olan bir gruptur;Ancak bu albümde dahada bir güzel güzel olmuş.Stajerliğini archenemy,old man's child gibi gruplarda yapmış olan Peter Wildoer davulun başına geçmiş.Çokta iyi bir iş çıkarmış.Toparlamak gerekirse Testimony of ancients intro ve outroları at,kazıma ekle bu albümü elde ederiz.

Grupun kadrosu:

Patrick Mameli-Vokal,Gitar
Patrick Uterwijk-Gitar
Tony Choy-Bas

Peter Wildoer-Davul



Albüm kapağına baktığımızda o acayip çember,küre sonunda hedefine ulaşmış gelmiş mezardan kralları uyandırmış.Çokta iyi yapmış.Dışı bu,içinde ise;11 yeni parça, amortiden 3 tane önceki albümlerden yeniden çalınmış halleri olmak üzere toplamda 14 parça yer alıyor.

1.Devouring Frenzy
2.Horror Detox

3.Fiend

4.Hate Suicide

5.Synthetic Grotesque
6.Neuro Dissonance
7.Dehydrated II

8.Resurrection Macabre

9.Hangman
10.Y2H

11.In Sickness and Death

Bonus:
12.Chemo Therapy (Pestilence-Malleus Maleficarum)
13.Out of the Body (Pestilence-Consuming Impulse)

14.Lost Souls (Pestilence-Testimony of the Ancients)


Devouring Frenzy,haykıra haykıra girişi insanı çok tutuyor.Horror detox,keyfe göre çok güzel skor parçası olur ancak o havayı yakalamak şart.Fiend,Hate Suicide ve Synthic Grotesque bariz ''Testimony of ancients'' parçası gideri çok var.

Neuro Dissonance ile böle buram buram Morbid Angel havaları esmeye başlıyor.Ne alaka diye bilirsiniz;Ancak tam Morbid Angel usulu işler.Albümün 2.kısmı olarak değerlendirirsek Neuro Dissonance'ten itibaren bariz bir etkileşim söz
konusu.Davulun skor havaları esmesinde oldukça etkisi var.Demek ki Peter Wildoer öle stajer takıldığı dönemlerde isveçlerde çok güzel cicileri tokmaklamış.

Dehrydated II ilki ''Consuming İmpulse'' ta yer alıyor aynı ayarda yanlız kazımazı çok bide tabi vokal farkı bariz hani zaman zaman Martin Van Drunen aramıyor değil insan.Albümün adını taşıyan parça Resurrection Macabre ile birlikte iyicene bariz bir hale alıyor bu Morbid Angel var-i kazıma.Başta dediğim gibi resmen yol göstermişler.Hangman albümde en çok hoşuma giden parçalardan biri.Davulları çok güzel.Genel olarak bakarsak devamlı bir kaç riffi tekrarlıyor.Ani aksağa geçişleride çok nizami oturmuşlar.


İşte Albümdeki favori parçam ''Y2H''.Muhteşem dur kalkları var.Pestilence adına çok yakışır bir parça.Kanımca konserlerde altını üstüne getirir.In the Sickness and Death güzel bir kapanış parçası.Bu tarz parçalar sona kaldımı insan tekrar başa dönüyor.Tony Choy basları bu modern kayıtla iyice öne çıkmış.İlk defa dinliyiceklere tavsiyem ekolayzırdan bassları biraz yükseltip dinlesinler.

Bonus parçalara fazla değinmek istemiyorum;Çünkü pek hoşuma gitmedi.Orjinal halleri daha güzel.Eski günleri anmak istemişler ama pek olmamış.Yıllar sonra tekrar yeni bir pestilence kaydı dinlemek biz Extreme Haribocuları çok mutlu etti.Böle güzel bir davulcu edinmeleride iyi olmuş.Bir daha bir jazz-fusion vakası yaşamamız daha da güzel.İlk defa Pestilence'la tanışacaklar ilk baş ilk 3 albümü edinip dinlesinler ardından yeni albümü dinlemeleri daha doğru olur.



Haribo puanı:En tazesinden hollanda usülü haribo.

Lord magius/Haribo extreme culture aittir.

Devamını okuyun...>>

18 Mart 2009 Çarşamba

Çılgın ve asabi Slayer fanı

Fazla söze gerek yok ..


Devamını okuyun...>>

17 Mart 2009 Salı

İspanyanın 3.Büyüğü,Francisco de Goya


İspanyol ressamlarının ''triumvira'' yani 3 büyüğü olarak adlandırlanlardan biride Francisco de Goya dır.Francisco José de Goya y Lucientes (d. 30 Mart 1746 - ö. 16 Nisan 1828) İspanyol bir ressam ve matbaacıydı.

Goya, portre tasarımları ile ünlüydü, ve yaptığı tasarımlarla bir çok yeniliklere sanat dünyasını yönlendirdi. Modern sanatın ilk adımı olarak görülmektedir.



İlgili linkler:
Galeri
Biografi





Devamını okuyun...>>

Espanto Surge de la Tumba, El Aka Horror Rises From The Tomb (1973)


Amando de Ossorio ve Jesus Franco ardından kim gelir diye sorarsanız tabiki de Carlos Aured..İspanyol korku sinemasının belkide en taklitçi ismi olsada Espanto Surge de la Tumba,El ile tarihin karanlık ve kanlı sayfalarında yerini almıştır.

İlk çektiği filmlere baktığımızda hollywood ucubelerinin ucuz örneklerini ortaya koysada.Espanto Surge de la Tumba,El ile kendini aştığını sölememiz yanlış olmaz.1973 yapımı filmde aradağınız herşeyi bulmanız mümkün.Işık oyunları,bol sis,karanlık,bolca çıplak kadın,Glen Beton'a ikizi olcak kadar benzeyen bir kara büyücü,kesik kafalar,bolca kan,sakatat dükkanını aratmıycak kadar iç organ,possessed'lenmiş köleler ve tabikide zombiler.


Neyse gelelim filmin konusuna.17.yüzyılın sapkın ve karanlık bask bölgesinde başlıyor hikayemiz.Bask bölgesinin fransa sınırları içinde bulunan Şeytani bir kara büyücü ve onun yardımcısı olan genç güzel cadı idam ediliyor.Ardından film günümüze dönüyor.Bir ressamın evinde toplanan bir grup entel çift;Madam narina adında bir falcıdan bahsediyorlar.Kısa süren tartışma ardından hep beraber falcı karıyı ziyarete gidiyorlar.


Geleceği ve geçmişi görme yeteneğine sahip olan aynı zamanda telekinetik güçleri ile maddeleri hareket ettirebilen cadı karı;Bu tayfaya karanlık güçlerden bahseder ve kadının arkasında bir anda kesik bir baş belirir.Bu kısa süreli seyanstan sonra evine dönen ressam,falcı kadının seyansında beriler keleyi hayal ederek tablosunu tamamlar.Ancak olan dışı olaylar gerçekleşmektedir.Falcıdan aldıkları bilgiler dorultusunda,Alaric de Marnac'ın gizemini araştırmaya karar verirler.


Burada klasik köylüler tarafından uyarılma muhhabetleri yaşanır.O köye gidiyorsunuz amaaa o köy lanetli gitmeyin...Gitcekseniz bile bize bir miktar para verin nuhahahahah...Gastone adında bir adamın evine yerleşirler ve Gastone de benziri uyarıları yapar ve bu lanetin geçmişini anlatır.Köylü tayfa nekadar korksada gastone ve 2-3 arkadaşı Marnac ın hazinesini bulmaya kararlıdır.


Bir gece evin yakınlarındaki karanlık zindanlarda Gastone ve arkadaşları hazineyi bulurlar;Ancak Gastone possessed olur ve yanındaki tipleri hazineyi paylaşmamak için Marnacın gayipten gelen komutları ile katleder.Sandığın içinden ne altınlar ya da değerli eşyalar çıkar.Sadece fıldır fıldır gözleri ile etrafı kesen Marnacın kelesi vardır.Marnac,kendisini ve güzel yardımcısını hayata döndüre bilmek için 2 kişinin kadledilmesi gerekir ve bir de genç bir kadın kalbine ihtiyaç duymaktadır.

Gastone elinde orakla eve gider.Evdeki seksi kızlardan birinin kalbini söker.Diğerinide possessed yapıp kaçırır.Burdaki ayin sahnesi oldukça güzel.3.yüz yıldan beri kafasız yaşayan büyücü ve güzel yardımcısı geri dönmüşlerdir....Büyü ile mezardaki ölüleri canlandırılar.Burdaki zombiler gayet gorecu tipler.Çok hoşuma gitti açıkca.


Çok sayıda film çekmemesine rağmen böle iyi bir korku filmi çektiği için Carlos Aured minnetarız.
Kısaca Amerikan başlığı ile Horror Riseses From The Tomb gorecu adamın her bir arzsunu karşılıyan bir film.Tatmin olmuyorsanız kendini götü parmaklıyan teknikcisinizdir.




Haribo puanı:Sin of sodommm

Lord magius/Haribo extreme culture aittir.
Devamını okuyun...>>

15 Mart 2009 Pazar

Charles Bukowski : KADINLAR



Amerikalı alkolik şair ve edebiyatcı CHARLES BUKOWSKI paşanın her ay bir kitabını tanıtmak ve bugüne kadar henüz keşfetmemiş okuyucuları yönlendirmek icin tıkırdatıyoruz klavyeyi.

Bu ay elbette yazarın ölümsüz eseri KADINLAR ile işe koyuluyoruz.




"Ayrılıkları düşündüm, ne kadar zor olduklarını, ama bir kadından ayrılmadan başka bir kadınla ilişkiye giremiyordun. Kadınları gerçekten tanımak, içlerine nüfuz etmek için onların tadına bakmak gerekiyordu. Erkeği kafamda tasarlayabiliyordum, çünkü ben de erkektim; ama kadınları yeterince tanımadığım için onlar hakkında yazamıyordum. Bu yüzden onları elimden geldiğince araştırıyor, içlerinde insani şeyler keşfediyordum. Yazma faslı unutulmalıydı. Yaşanan tamamlanmadan hakkında yazmak yazıyı yaşananın gölgesinde bırakmak demektir. Yazmak işin tortusuydu sadece. Bir erkeğin kendini hissedebileceği kadar sahici hissetmesi için bir kadın tanıması gerekmiyordu, ama birkaç tane tanımanın da zararı yoktu. Böylece ilişki bittiğinde kendini gerçekten yalnız ve delirmek üzere hissetmenin ne olduğunu öğreniyor,sonun geldiğinde neyle yüzleşeceğine dair fikir sahibi oluyordum."


".. Lydia Vance'i ilk kez nerede gördüğümden emin değilim. 6 yıl kadar önceydi, postanedeki memuriyetimden istifa etmiş, yazar olmaya çalışıyordum. Korkudan ödüm bokuma karışıyor, her zamankinden daha fazla içiyordum. İlk romanımı yazmaya çalışıyordum. Yazarken her gece bir şişe viski ve altılık bira paketleri tüketiyordum. Ucuz puro tüttürüyor, yazıyor, içiyor, ortalık aydınlanıncaya kadar radyoda klasik müzik dinliyordum.

Gecede on sayfa gibi bir hedef saptamıştım ama ancak ertesi gün bilebiliyordum kaç sayfa yazdığımı. Sabah kalkar, kusar, sonra kaç sayfa yazdığıma bakmak için salona girip kanepenin üzerindeki sayfaları sayardım. On sayfadan fazla olurdu mutlaka. Bazen, 17, 18, 23, 25 sayfa. Tabii ki işin temizlenmesi, hatta bir kısmının çöpe atılması gerekiyordu. Yirmi bir gecemi aldı o ilk romanı yazmak.

Yaşadığım avludaki binaların sahipleri hemen arkamdaki dairedeydiler ve aklımı kaçırmış olduğumu düşünüyorlardı. Her sabah uyandığımda ön balkonda büyük bir kesekağıdı bulurdum. İçeriği genellikle değişirdi, ama daha çok domates, turp, portakal, yeşil soğan, çorba konservesi ve kırmızı soğan olurdu kesekağıdında. Her iki gecede bir onlarla bira içerdim. İhtiyar sızar, yaşlı karısı ile elele tutuşup arada sırada öpüşürdük. Kapıdan çıkarken sıkı yumulurdum mutlaka. Yüzü kırış kırıştı, ama bu onun suçu değildi. Katolik'ti, Pazar sabahları pembe şapkasını başına geçirip kiliseye giderken pek hoş görünürdü.

Lydia Vance'i ilk şiir dinletimi verdiğim gece tanımıştım galiba. Kenmore Bulvarı'nda bir kitapevinde, The Drawbridge. Ödüm bokuma karışıyordu yine. Üstün, ama ödü bokuna karışmış hissediyordum kendimi. İçeri girdiğimde sadece ayakta duracak yer vardı. Zenci bir hatunla yaşayan kitapevinin işletmecisi Peter'ın önünde bir yığın banknot duruyordu. "Her dinleti böyle dolsa bir Hindistan yolculuğu daha yapabilirim!" dedi bana. İçeri girdim, alkışlamaya başladılar. İlk şiir dinletimdi, bekaretimi kaybetmek üzereydim.

Yarım saat okuyup ara verdim. Henüz ayıktım, karanlığın içinden bakan gözleri fark edebiliyordum. Birkaç kişi yanıma gelip benimle konuştu. Sonra bir boşluk anında Lydia Vance rampa etti. Masalardan birine oturmuş bira içiyordum. Ellerini masanın kenarına koydu, eğildi ve bana baktı. Uzun, kestane rengi saçları vardı, çok uzun. Burnu dikkat çekiciydi, gözlerinden biri diğerine tam uymuyordu. Ama hayat saçıyordu -biliyordunuz orada olduğunu. Aramızda bir elektriklenme olduğunu hissedebiliyordum. Bu elektrik dalgalarının bazıları kafa karıştırıcı ve nahoştu, ama oradaydılar. O bana baktı, ben de ona. Yakası saçaklı süet bir kovboy ceketi vardı Lydia Vance'in üzerinde. "Püsküllerini parçalamak isterdim," dedim ona, "ordan başlayabiliriz!"

Lydia gitti. İşe yaramamıştı. Hiçbir zaman bilemedim kadınlara ne diyeceğimi. Ama kıçı güzeldi. Benden uzaklaşan o harikulade kıçı seyrettim.

Dinletinin ikinci bölümünü tamamladım ve kaldırımda yanlarından geçtiğim kadınları nasıl unutursam, Lydia Vance'i de öyle unuttum. Paramı aldım, birkaç peçeteyle birkaç kağıt parçası imzaladım, sonra çıktım ve eve gazladım.

Her gece ilk romanımın üzerinde çalışıyordum. 18:18'den önce asla başlamazdım yazmaya. Annex Terminal'i Postanesi'nde çalıştığım günlerde mesaimin başlama saatiydi 18:18. Saat 18:00'di geldiklerinde: Peter ve Lydia Vance. Kapıyı açtım. "Bak Henry, ne getirdim sana!" dedi Peter.

Lydia sehpanın üzerine çıktı. Daha önce üstünde gördüklerimden bile dar bir kot giymişti. Uzun, kestane rengi saçlarını bir yandan öbür yana savurdu. Deliydi; mucizevi. İlk olarak onunla gerçekten sevişme ihtimalini düşündüm. Şiir okumaya başladı. Kendi şiirleri. Berbattılar. Peter onu durdurmaya çalıştı.

"Hayır! Hayır! Kafiyeli şiir okunmaz Chinaski'nin evinde!"

"Bırak, okusun, Peter!"

Kalçalarını seyretmek istiyordum. Sehpanın üzerinde uzun adımlarla bir ileri bir geri gidip geliyordu. Sonra dans etmeye başladı. Kollarını salladı. Şiirleri çok kötüydü, vücudu ve deliliği değil.

Sehpadan yere sıçradı Lydia.

"Beğendin mi, Henry?"

"Neyi?"

"Şiirleri."

"Beğendiğimi söyleyemem."

Lydia elinde şiir sayfalarıyla öylece duruyordu. Peter onu tuttu. "Düzüşelim!" dedi ona.

"Hadi, düzüşelim!"

Lydia onu itti.

"Pekala," dedi Peter. "Öyleyse ben gidiyorum!"

"Gidersen git. Benim arabam var," dedi Lydia. "Eve dönebilirim."

Peter kapıya gitti. Durup döndü. "Pekala, Chinaski! Sana ne getirdiğimi unutma!"

Kapıyı çarptı ve gitti. Lydia kanepeye oturdu, kapıya yakın. Bir metre uzağına oturdum. Baktım ona. Harikulade görünüyordu. Korkuyordum. Uzanıp saçına dokundum. Sihirdi saçları. Çektim elimi. "Hepsi senin saçın mı gerçekten?" diye sordum. Biliyordum onun olduğunu. "Evet," dedi, "hepsi benim." Elimi çenesinin altına yerleştirip son derece becereksiz bir biçimde yüzünü kendime doğru çevirmeye çalıştım. Kendimden emin değildim bu durumlarda. Hafifçe öptüm.

Ayağa fırladı Lydia.

"Gitmem gerek.

Çocuk bakıcısına para ödüyorum."

"Dur," dedim, "kal. Ben öderim. Biraz daha kal."

"Hayır, kalamam," dedi. "Gitmeliyim."

Kapıya doğru yürüdü. Peşinden gittim. Sonra kapıyı açtı. Sonra döndü. Tuttuğum gibi kendime çektim. Yüzünü kaldırıp minicik bir öpücük verdi bana. Sonra geri çekilip şiir sayfalarını tutuşturdu elime. Kapı kapandı. Elimde sayfalarla kanepeye oturup arabasını çalıştırışını dinledim.

Şiirler teksir edilip zımbalanmışlardı, başlığı da HERRR'di. Birkaçına göz gezdirdim. İlginçtiler, mizah ve cinsellik dolu, ama kötü yazılmışlardı. Lydia ve üç kızkardeşine aittiler -bir arada şen şakrak ve seksi.

Sayfaları fırlatıp viski şişesini açtım. Hava kararmıştı. Radyoda daha çok Mozart, Brahms ve Bee çalıyordu... "

“..Aldıklarımın ücretini öderken ,kısa kırmızı etegi ve naylon corabı ile su kancık Tessie ‘yi düsündüm.Bahse girerim en az bir düzine iyi herifin canına okumustur bu karı, hiç düsünmeden.Bence onun sorunu ” düsünmemekti” Sevmezdi düsünmeyi.
Buda cok iyiydi cünkü düsünmenin ne yasası nede kuralı vardı.
Ama 50’sine geldiginde düsünmeye baslayacaktı! O zaman basında örtüsü pudralı yüzü ile mutsuz halde üstü peynir patates cipsi domuz pirzolası kırmızı sogan ve litrelik Jim Bean dolu el arabasıyla bir süpermarkette millete carpa carpa kasaya dogru kendisine yol acmaya calısan bir huysuz kokana oldugu zaman düsünmeye baslayacaktı!…”

Kanepenin arkasından yürüyüp yanına gittim ve cenesinden tutup kafasını yukarı kaldırdım.
Dudaklarından öptüm büyük bir kafası vardı.Gözlerinin altında pembe makyaj lekeleri vardı.Bayat kayısı suyu gibi kokuyordu.

Ince gümüs zincirler takmıstı kulagına, uclarında minik toplar vardı.Öpüsürken bluzuna uzandım bir gögsünü buldum,avucladım oksamaya basladım.Sütyensizdi..Sonra dogrulup elimi gögsünden cektim karsı kanepeye oturdum.

Tessie
” senin gibi cirkin yaslı bir orospu cocugu icin takımların oldukca iri” dedi

bende
” debra dönünceye kadar ayaküstü is bitirmeye ne dersin?” dedim.

”Sanırım ölcüyü kacırıyorsun!”dedi…

Uzun takma kirpikleri ile bana baktı rujlu iri dudakları vardı.Aniden beni yakaladı dudaklarıma yapıstı.Cok heyecanlıydı sanki tecavüz ediliyormusum gibi geldi.Kamısım kalktı. O beni öperken elim asagılara kaydı…

”haydi..”dedim öpüsürken onu Debra’nın yatak odasına cektim yatagın üstüne ittim ayakkabı ve pantolonumu cıkardım.Uzun kırmızı etegini kalcalarının üstüne kadar sıyırdım.Dısardaki bir stereodan senfonik müzik geliyordu.Tessie’nin gözleri kapalıydı inlemeye basladı…..”



Devamını okuyun...>>

Gruesome Stuff Relish-Horror Rises From The Tomb


Millet ispanyanın futboluna,eğlenceli festivallerine ve doğal güzelliklerine vurulmakta iken biz tabiki kazımasına vuruluyoruz.Muhteşem korku filmlerinide unutmamak lazım.Bu güzel avrupa ülkesinden G.S.R(Gruesome Stuff Relish) 2008 yılında RazorBack etiketi ile yayınladığı ''Horror Rises From The Tomb'' marsmelov kadar tatlı bir işe imza atmışlar.

2000 yılında kurulan G.S.R 2.albümü olan ''Horror Rises From The Tomb'' İspanyol korku sinemasının en güzel örneklerini bizlere sunuyor.Albümün adıda Espanto surge de la tumba, El filmden geliyor.Carlos Aured yönetiği filme ilerliyen günlerde bakıcaz.

Oldukca Impetigo worship bir albüm;Hatta Stevo Dobbins nam-ı değer ''Uncle Creppy'' gelmiş bir parçada elemenalara eşlik etmiş.İspanyol grupların köklü death metal gruplarından destek aldığı ve hep en eskiyi ya da extreme kovaladıkları göz ardı edilemez.

Gelelim G.S.R daki ucubelere.Bu arkadaşlar daha önce Repugnance adında bir grupta hep birlikte kazımışlar.Repugnance taki kadro kalkmış G.S.R kazımaya devam etmiş.Anlaşılan sadece isim değiştirmişler kanımca.

Santiago Argento-Gitar,Bass,Vokal
Paolo Deodato-Davul
Noel Kemper-Gitar,Bass,Vokal
Sergio-Live Gitar



Albümün yapısı çok akışkan çelik kadar sert diyemem;Ancak balcık gibide insana yapışır.Bana ilk dinlediğimde ''The Blob'' filminin tadını verdi.Zaten Grind Scene '91 adlı parçalarında açıkca şunu demişler:''Carcass and Impetigo were my best teachers''.19 parçanın yer aldığı 31 dakikalık zombiler ile doğa yürüşü etkinliğindeki parkurlar:

1.Triumph of The Dead
2.Psychoslasher
3.Horror Rises From The Tomb
4.Fullmoon Ritual
5.Violenza Carnale
6.I Know What You Did Last Summer...(In Thailand)
7.The Symbol of Tupanamba
8.Love Goddess of The Cannibals
9.Z Is For Zombie
10.The Dead Will Walk The Earth
11.Hordes of Death
12.Blow Their Heads
13.Feast of the Cannibal
14.Virus
15.Bloodshed In Weert
16.Ultra Zombie Mayhem
17.Grind Scene '91
18.Somewhere At An Altar III
19.Nudo e Selvaggio


Fullmoon Ritual albümdeki favori parçam gerçekten çok klas.Böle devam ederlerse yürür giderler.Vokalınde vık vık olmaması ayrı güzel olan bişey.Bol spa spalı,cın cın cın dön baba dönelim kazımaya gidelim demişler başkada bişey dememişler.I Know What You Did Last Summer...(In Thailand) adlı 20 sn bişey ama sanırım Emanuelle gönderme yapmışlar kanımca.Sıralama ayrı bir hoşuma gitti diyebilirim.Slasherlar ile başlamışlar ardından kara büyü işleri,dolunaylar ve yamyamlar zirve zombiler ama kapanışıda Nudo e Selvaggio yani cannibal ferox 2 ile yapmışlar.The Dead Will Walk The Earth sisler arasından gelen zombilerin önünde liderlik eden Uncle creepy görüyoruz.Çok güzel okumuş.Neden böle boş yatıyor tartışır,paşaların işlerine karışılmaz o ayrı;Ancak gönül ister hala dinlemek.Ultra Zombie Mayhem bir diğer gore parça.

Extreme Haribo okuruna gideri olan bir albüm.Çeşitli yerlerde gözüme çarptı mortician worship gibisinden laflar ben bi alaka kuramadım.Machetazo ile olan dostluklarıda G.S.R için ayrı bir artı.
İspanyanın bu kurukafa en eski grindları koşturan tayfasına bu yolda birazda kendinden bişeyler katıcaklarını hesap edersek;Yolları açık gözüküyor.




Grubun resmi sitesi:G.S.R

Haribo puanı:O que é a morte?

Lord magius/Haribo extreme culture aittir.
Devamını okuyun...>>

12 Mart 2009 Perşembe

LuftBallon Bass



Haribo nun zihin açtığı bir defa daha kanıtlandı.Bu ekonomik krizde belkide yüzyılın buluşu.


-Bass gitar mı çalmak istiyorsunuz?

-Ancak pahalı gitarlar ve ekipmana alıcak paranızmı yok?

-Dert etmeyin!!!! Extreme Haribo laboratuarında geliştiren teknikler ile karşınzda BALON BASS



Devamını okuyun...>>

The Return of the Living Dead(1985)


Night of the living Dead(1968) yola çıkılarak yapılan;The Return of the Living Dead(1985)izlediğim en eğlenceli zombi filmlerinden biridir.Kuşkusuz filmin yönetmeni Dan O'Bannon'de çekim aşamasında oldukça eğlendiği kesin;Zaten zombi alemnin en komiği olan Tarmanda en bi asıl başrolde yer alıyor.

Konu olarak Night of the living dead yayınlanmasından 14 ya da 15 yıl geçmiş ve filmde anlatılan olaylar meyerse gerçekmiş.1964 yılında bir hastane morguna sızan gizli bir kimyasal madde ölüleri canladırmış.Romero paşa bundan yola çıkarak filmi çekmiş.Ancak Night of the living dead ın bir farklı başlangıçı daha var;Onada ileride deyinirz.Return of the Living Dead senaryosu burdan devam ediyor.Bu Hastanede yakalan zombiler Dexter adındaki firmaya yolanması gerekirken;Yanlışlıkla Undead medikal adılı firmaya yolanıyor.Ne tessadüf.Özel varillerin içinde saklanan zombiler firmanın bodrum katında bulunuyor.


Herşey olağan ilerlerken freddy adındaki elemanın işe girmesi ile dönüş dahada kolaylaşıyor.Müdürü frank ile birlikte bodrum katına indiklerinde sağlamlıklarını ölçmek için atılan bir tekme varildeki zehirli gazı havaya salıyor ve böylece macera başlıyor.İlerliyen zaman içinde filmin gidişatını bir nevi belirlicek olan freedynin arkadaş grubu,80 usa gençliğini gayet iyi temsil ediyorlar.Şimdiki hallerine baktımızda,O zamanın tipleri gayet klas takılıyorlarmış.Onların filme dahil olması ise freddy işten almak için erken 2 saat erken geliyorlar ve bekler mekan yakınlarındaki mezarlıkta takılmaları ile olaya dahil oluyorlar.Hatta Linnea Quigley,filmdeki adıyla Trash ın mezar üstündeki striptiz sahnesi muhteşem bişey.Aklıma Ed Wood-Orgy of the dead filmi gelmedi değil hani.Tabi Bunlar böle şak,şak takılırlarken.



Freddy ve cok sevgili müdürü hem gazdan zehirlenip zombileşmeye başlamışlar hemde elerindeki Zombi ile mücadeleye koyulmuşlardır.Tek çareleri patronları Brut efendiyi aramaktır.Zombinin kafasını keserler ve görürlerki çare etmiyor.Bu sonuş karşısında zombinin bütün uzuvlarını kesip poşetlere doldurup,mezarlıktaki morga götürüler.Mezarcı Erniede kafalayıp zombi parçalarını yakarlar.Küller mezarlığa duman yordamı ile saçılır ve Mezarlıkta nekadar ölü varsa ayaklanır.


Filmdeki zombiler nerdeyse ölümsüz çok güçlü olmasalarda;Koşuyorlar,konuşuyorlar ve taktik-strateji uyguluyorlar.Hikayemiz zombiler ile savaşla devam ediyor ve çaresizce son buluyor.Ordu ne kadar olaya el koymaya çalışsa da attıkları nuke filmin sonunu getiriyor; ancak ölülerin dirilmesini engellemiyor ve film devamı edecek... dercesine bitiyor.

Gore öğelerin yer almadığı,Korkutuculuğun düşük olmasına rağmen oldukça eğlenceli.Benki zombilerle makara yapılmasına karşı olsamda eğlenmediğimi sölersem yalan olur.



Haribo puanı:Tarmanın yüzü hürmetine mevlüt şekeri külahlarınca rengarenk fasulye haribo.

Lord magius/Haribo extreme culture aittir.
Devamını okuyun...>>
Related Posts with Thumbnails