31 Mart 2009 Salı
Robert Bloch:Üç Ruhlu Adam
Amerikalı yazar,Robert Albert Bloch (5 Nisan, 1917, Chicago - 23 Eylül 1994, Los Angeles)yaşadığı süre boyunca suç, korku ve bilim kurgu edebiyatına önemli eserler sundu.Üç Ruhlu adam(Pycho) olarak dilimizede çevrilen kitabı fazla sükse yaratmasada Alfred Hitchcock'un romana parmak atması ile yer yerinden oyanadı ve Robert Albert Bloch'da üne kavuştu.Baris karloff'un da senaryo yazdığı ünlü Weird Tales dergisinde yazarlık yapmaya başladı.Hemen hemen bütün hikayeleri filme alındı.
Eski basımı Üç Ruhlu adam yenisinde ise Sapık olarak raflar bulunun bu muhteşem romanı kitapcılardan yada sahaflardan edine bilirsiniz.
Bu romanın filmi herkesi heyecana düşürdü... Korku ve heyecan filmleri çevirmekle şöhret yapan yönetmen Alfred Hitchcock'un, muayyen bir yerinde sırf seyirciyi heyecanla yerinden sıçratmak için meydana getirdiği bu film, rejisörün umduğundan fazla başarıya ulaştı. Gösterildiği sinemalarda film, iki muayyen yerinde seyirciler arasında âdeta panik yarattı...
GÜRÜLTÜYÜ işittiği vakit Norman Bates iliklerine kadar ürperdi. Sanki birisi pencerenin kenarına tık tık tık diye vuruyordu. Şöyle bir doğruldu, yerinden kalkmaya hazırlandı. Elindeki kitap dizlerinin üzerine düştü. Sonra aklı başına geldi. Pencereye vuran eden yoktu. Yağmur başlamıştı âniden. Öğleden sonranın geç saatlerinde yağmur daima bu azizliği yapardı... Yağmurun başladığını fark etmediği gibi, havanın karardığını da fark edememişti. Kitabı yine eline aldığı vakit harflerin güç seçilmeye başladığını gördü. Alışkın bir hareketle uzanıp lâmbanın düğmesini çevirdi. Eski model masa lâmbalarından biriydi bu. Norman kendini bildi bileli onu evde görmüştü; annesi bir türlü atmaya kıyamamış, dede yadigârı öteki eşyalarla birlikte bu lâmba da eski evin bir parçası olarak bugünlere kadar sürüklenmişti... Annesinin, hiçbir şeyi atmama huyuna Norman aldırmıyordu. Ömrünün kırk senesini geçirdiği bu evde, eskimiş eşyalar arasında yuvarlanıp gitmenin, insana huzur veren bir rahatlığı vardı... Evet, kırk uzun sene evin içinde pek fazla değişiklik yapmamıştı. Ama dışarısı!.. İşte bütün değişiklik dışarıdaydı. Orada olanlar olmuştu... Ama dışarıya kimin aldırdığı vardı ki. Meselâ şimdi Norman evin bir köşesinde kitabını okuyacağı yerde, yürüyüş için dışarı filân çıkmış olsa sucuk gibi ıslanmış olmayacak mıydı? Lâmbadan akseden ölgün ışık, saçsız başını, pembemsi alnını ve gözlüklerinin camlarını parıldatıyor, içeri batık şakaklarını büsbütün gölgeliyordu... Elindeki kitap bayağı ilgi çekici bir eserdi. Vaktin geçtiğini, yağmurun başladığını fark etmediğine şaşmamak lâzımdı. İnka'ların, dillere destan medeniyetinden ve tarihe karışmış ananelerinden bahsediyordu. Savaş kazanmış İnka Kızılderililerinin zafer dansından bahseden şu kısım hakikaten tüyler "ürperticiydi. Şöyle diyordu aynen: "Dansa tempo veren davul, vaktiyle İnka'ların düşmanı olan birinin vücuduydu. İç organları boşaltılıp temizlenmiş, karın kısmı davulun derisini teşkil edecek şekilde terbiye edilip gerilmişti. Tokmaklar kalkıp indikçe, ölü gövdenin karın boşluğunda hasıl olan ses, uhrevî bir ahenkle açık ağızdan dışarı aksediyordu..." Norman acı acı gülümsedi. Hakikaten dehşet verici bir manzara olmalıydı bu. Düşünün bir kere... Zavallı düşman esirinin karnı, muhakkak ki, zavallı daha canlı iken deşilmiş ve içi boşaltılmıştı. Hele sesin ölü ağızdan gelişi!. Peki ya, vücudun sert kalması, bozulmaması için ne kullanmışlardı?.. Bu ölüm davulunu meydana getirmek için insanda ne gibi bir şeytani muhayyile olması lâzımdı!. Kitabın, daha sonraki paragrafta etraflıca tasvir ettiği sahneyi gözlerinin önünde canlandırmaya çalışan Norman bir ara davulun güm gümlerini âdeta kulaklarının dibinde işitmeye başladı. Kitabı katlayıp kulak verdi. Kendi kendine gülümsedi. Yağmur yine onu gafil avlamıştı. Ama... Daha dikkatle dinledi. Yağmurdan da başka bir şeydi bu... Ayak sesleri. Kulaklarının son derece alışık olduğu bir tempo... Norman bu sesleri duymadan evvel âdeta hissederdi. Annesinin gelişi, odaya girişiydi bu. Başını çevirmesine bile lüzum yoktu. Annesi gelmiş, başucuna dikilmişti. Uzun zaman odasından çıkmamış olduğuna göre yeni uykudan kalkmıştı annesi. Uyku sersemliği içinde onun ne kadar huysuz olduğunu bildiğinden Norman hiç ağzını açmamayı münasip gördü.
- "Saatin kaç olduğunu biliyor musun Norman?"
Adam içini çekti ve elindeki kitabı kapadı. Annesi buraya gelirken koridorda, büyükbabasından kalma eski, upuzun saatin önünden geçmişti. Saatin kaç olduğunu biliyordu. Şimdi ağzını açıp münakaşa etmek bayağı akılsızlık olurdu. Ama bir şey de söylemek lâzımdı.
- "Okumaya dalmışım" dedi, "geç olduğunu fark etmedim."
- "Gözlerim var, değil mi? Ne yaptığını gördüm." Annesi şimdi pencerenin önüne gitmiş, perdeyi aralayıp dışarı bakmıştı. Kitap okuyacağım diye motelin ışığını yakmayı da unutmuşsun. Ne işin var burada? Ne diye aşağı, vazifenin başına gitmedin?"
- "Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, bu havada kimsenin geleceğini tahmin etmedim."
- "Saçmalama, esas müşteri havası bu... İnsanlar yağmur altında yollarına devam edeceklerine, arabalarını kenara çekip bir çatı altına girmeyi tercih ederler."
- "Biliyorum, ama kimin yolu bu tarafa düşüyor ki... Herkes yeni yoldan gidiyor." Norman kendi sesine acı bir itham geldiğini ve bunun annesini çileden çıkaracağını biliyordu. Ama yine de susmadı. "Yeni yolu nereden geçireceklerini haber aldığımız vakit sana olacakları söylemiştim, değil mi? Millet daha haberi duymadan burayı birine satıp yeni yolun geçeceği yerde başka bir motel yaptırabilirdik. Hem Fairval'e daha yakın olurduk şimdi, hem de cebimize birkaç kuruş girerdi. Ama beni dinlemedin, kendi bildiğini okudun. Beni hiç dinlemezsin zaten, ne zaman bir şey söylesem hep alay edersin. Senin bu hallerin artık sinirime dokunuyor, anladın mı? Sinirime dokunuyor!
MOTEL
Boş yerimiz vardır. Levhanın neon ışıkları yakılmamıştı, ama tepede kara gölgesi seçilen eski evde ışık vardı.
Otomobili o tarafa sürdü ve farkına varmaksızın, gelen arabaları bildirmesi için yola serilmiş olan kablonun üzerinden geçti. İdare ofisi olduğunu tahmin ettiği kulübenin önünde durdu. Diğer kulübelerin hiçbirinde ışık gözükmüyordu. Kimse yoktu belki; belki de motel işletilmiyordu. Öyle ya, ana yoldan bu kadar uzakta, bu ücra köşede kim müşteri bulabilirdi? Halbuki kendisinin böyle bir yerde kalması daha akıllıca bir işti. Motoru susturup bekledi. Kulaklarına, arabanın üstüne tıp tıp vuran yağmur damlalarından başka ses gelmiyordu. Birden aklına geldi. Annesinin öldüğü gün de böyle yağmur yağıyordu. Yağmur altında toprağa vermişlerdi onu... karanlıkta, yağmurun altında yapa yalnızdı. Yanlış yola sapmış, tanıdığı kimselerden kilometrelerce uzakta, bilmediği bir yerde tek başına kalmıştı. Kimseden fayda yoktu ona şu anda. Kendi mezarını kendi elleriyle kazmıştı ve şimdi kuzu kuzu içine yatması gerekiyordu. Neden düşünmüştü sanki bunları? Belki yanlış bir iş yapmıştı, ama dönülmez bir noktada değildi ki.
O karanlık gölge, yağmurun içinden sıyrılıp, dışarı çıkması için arabanın kapısını açtığı sırada Mary hâlâ bunu düşünüyordu. ADAM genç kıza baktı.
- "Oda mı istiyorsunuz?" diye sordu.
Mary adamın zararsız yüzünü ve mütereddit sesini fark ettikten sonra kararını çarçabuk verdi. Burası, geceyi tehlikesizce geçirebileceği gibi bir yerdi.
- "Evet" der gibi başını salladı ve arabadan çıktı. Adamın peşi sıra ofis kulübesine yürürken, saatlerden beri arabanın içinde durmaktan uyuşmuş bacaklarını gererek açmaya çalışıyordu.
Adam cebinden çıkardığı anahtarla kulübenin kapısını açtı, içeri girip elektrik düğmesini çevirdi. Mary'yi içeri buyur ederken de:
- "Özür dilerim aşağı çarçabuk gelemediğim için" diye söyledi, "annem biraz rahatsızdı da.."
Mary bir şey demedi, etrafta dolaştırmakta olduğu bakışlarını adama çevirdi ve gülümsedi.
- "Tek kişilik odalarımızın geceliği yedi dolardır. Görmek ister misiniz?"
- "Lüzumu yok" dedi kız.
Çantasını açtı, bir beşlik, iki tane de tek dolar çıkartıp adamın önüne koydu. Sonra, doldurması için önüne sürülen deftere birkaç saniye kadar tereddütle baktı. İsim yerine Jane Wilson diye yazdı, adres olarak da San Antonio kaydını koydu. Otomobilde Teksas plâkası olduğu için nereden geldiğini gizlemesine imkân yoktu. Adam "Valizlerinizi getireyim" diyerek kapıya doğru yürüdü. Mary onun peşi sıra birkaç adım attı. Para hâlâ, kahverengi zarfın içinde, otomobilde duruyordu. Galiba en iyisi onu geceleyin orada bırakmak olacaktı. Arabanın kapılarını kilitledikten sora paranın emniyetinden şüphe etmeye lüzum yoktu.
Adam valizi, ofise bitişik olan kulübenin kapısı önüne getirdi. Mary, onun ittiği kapıdan içeri girerken de adam:
- "Ne berbat hava, değil mi?" dedi. "Uzak yerden mi geliyorsunuz?"
- "Eh, oldukça. Bütün gün direksiyon kullandım."
Motel odası oldukça sade, eski usulde, fakat tertipli döşenmişti. Tepedeki yuvarlak lâmbadan dökülen sarı ışığın altında Mary, geceyi burada geçirmekten vazgeçmesine sebep olabilecek gibi bir şey göremedi. Sağ tarafta banyo kısmı gözüküyordu. Gömme banyo yoktu, yorgunluğunu duş altında girmesi gerekecekti. Ama buna bile itirazsız razı oldu.
- "Başkaca istediğiniz bir şey var mı?"
Adam sormamış olsa az daha unutacaktı. Acele ile:
- "Yemek yiyebileceğim bir yer var mı buralarda?" diye sordu.
- "Üç kilometre kadar aşağıda bir yer vardı, ama yeni yol yapıldıktan birkaç ay sonra kapandığını işittim. Zannedersem en yakın yer Fairval."
- "Orası ne kadar uzak?"
- "Yirmi dört, yirmi beş kilometre kadar bir şey... Bu geldiğiniz yoldan aşağıya doğru gidecek ve yol ikiye ayrıldığı vakit sağa döneceksiniz. Bu dönüş sizi yeni yola çıkarır. Ondan sonra dosdoğru on kilometre kadar gideceksiniz... zaten şayet kuzeye gidiyorsanız, nasıl oldu da bu eski yola saptınız anlayamadım... Uzun zamandan beri buraya uğrayan olmadı."
- "Yolumu kaybettim de ondan buraya düştüm."
Şişman adam, "Haa, şu mesele" gibilerden başını salladı.
- "Zaten çoğu zaman böyle oluyor."
Kapıya doğru yürüdü. Tam çıkacağı sırada durdu. Önüne bakarak ve söylememesi gereken bir şeyi söylüyormuş gibi bir sesle:
- "Şey" dedi. "Düşünüyorum da, belki bir yemek için ta Fairval'e kadar gidip gene buraya dönmek zor gelecek. Hem de bu yağmurda... Şayet isterseniz.. Zaten kedime yiyecek bir şeyler hazırlayacaktım... İsterseniz gelip benimle bir şeyler yiyebilirsiniz."
Mary acele ile "Yok, yok" dedi. "Olmaz. Size zahmet vermek istemem."
- "Ne zahmet olacak... Annem zaten yattı. Kendime soğuk etlerden bir sandviç yapacaktım, biraz da kahve... Şayet sizce mahzuru yoksu memnun olurum."
Etiketler:
enter the haribo art